Romen yönetmen Corneliu Porumboiu’nun, 2006 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Bükreş’in Doğusu, son dönemde çokça methedilen yeni Romanya sinemasının aldığı övgüleri neden hak ettiğini en iyi açıklayabilecek filmlerden biridir. Çavuşesku iktidarı sonrası, hem işledikleri konularla hem de edindikleri kendilerine has film dilleriyle, toplumsal ya da bireysel ne kadar his, yara, dert, neşe varsa hepsini tartışabilen, yorumlayabilen, soru sorabilen bir sinema ortaya koyan bu yönetmenlerin hepsi ilgiyle takip edilmeye değer işler çıkarmaya devam ediyorlar.
“Küçük Adam”ın Tarihini Okumak
Bilindiği üzere Romanya Demir Perde ülkelerinden biriydi. Doğu Avrupa’da sosyalist liderler arka arkaya görevlerini bırakmaya başladıklarında bu dalganın Romanya’yı etkilememesi düşünülemezdi elbette. Toplumsal bunalım, 1989 yılında Temeşvar şehrinde muhalif bir rahibin tutuklanıp sürgüne gönderilmeye çalışılması üzerine patlak vermiş ve binlerce kişinin katıldığı protestolarla ülkenin her tarafına yayılmıştı. Günler boyu süren ve binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan gösteriler sonunda artık iktidarını kaybettiğini anlayan Nikolay Çavuşesku 22 Aralık’ta karısıyla birlikte Bükreş’ten bir helikopterle kaçmaya çalışmış; fakat çok geçmeden yakalanıp 25 Aralık’ta, Noel gününde idam edilmişti.
Olayları bu bakışla okuyunca, hissiz bir tarih anlatısından başka bir şey kalmıyor elimizde. Yargılamak da söz söyleme arzusuna kapılmak da “şimdi”yi unutmak da kolaylaşıyor. Rahatça pozisyonlar belirleniyor, analitik yorumlar yapılıyor, politik argümanlar ateşle savunuluyor... Fakat bunların hiçbiri, hikâyesi olan insanlara zerre kadar dokunmayı başaramıyor.
Tam da bu noktada sinemanın sunduğu bakış, bütün hesapların ve büyük anlatıların dışında, “muhtasar ve nezih olmayan” (1) bir tarihi anlatabilecek imkâna sahiptir diyebiliriz. Atılması gereken yükleri dilinden atabilir –gerekirse ‘parçalanmayı göze alarak’- ve en yalın haliyle hayata/insana bakabilir. Porumboiu’nun filmiyle başardığı şey, bahsettiğimiz bu noktayı kaçırmamış olmasıdır.
Deneysel Oyunlardan Uzak Bir Kamera
Film, hem konusunu hem de biçimini her anlamda iktisatla işlemiştir. Kabaca iki bölüme ayırırsak, ilk bölümde karakterleri ve kasabayı tanırız. Çok büyük oyunlar ve mizansenler yoktur. İkinci kısma geçtiğimizde film yaklaşık 45 dakika boyunca sadece televizyon stüdyosunda geçer. Üç karakter (emekli Noel Baba Emanoil Piscoci, kanalın sahibi ve programın sunucusu Virgil Jderescu ve alkolik tarih profesörü Tiberiu Manescu), fonda devrimin gerçekleştiği meydanın büyük bir fotoğrafı, telefonla bağlanan izleyiciler ve bir türlü yerinde sabit duramayan, filmin ikinci kısmının kamerasıyla da özdeş olan bir televizyon kamerasından başka hiçbir şey yoktur kadrajda. Bir de Piscoci’nin yaptığı kâğıttan gemiler vardır! Bu kadar az unsura rağmen senaryo hiçbir kopukluk olmadan işler ve seyir, uzun planların süresini unutturacak derecede iyi oyunculukların da katkısıyla kesintisiz devam eder.
Bunun yanında, film boyunca bir kez bile yerinden kıpırdamayan kamera ve doğal ışık kullanımı “gerçekçilik” duygusunu daha da kuvvetlendirmiştir. Plan sekansların “gerçek zaman” duygusunu aktarmadaki başarısı da oldukça yerinde bir tercih olarak görülüyor. Bir ilk film olarak aslında radikal bir duruş gibidir bu. Çünkü deneysel kamera hareketleri, hızlı kesmeler nerdeyse sinemada zamanın ruhunu oluşturuyor artık. Bunu tamamen reddetmek seyircinin “seyr”ine ve zaman duygusuna zarar vermemek, dolayısıyla izleyeni manipüle etmemek anlamına geldiğinden hakiki bir duruş olarak değer görmelidir. Bu tercih filmin anlatmak istediği meseleyi de kuvvetlendirmiştir böylece. Hatta yönetmen senaryoya bu tercihi açık edecek bir olay dahi eklemiştir. Stüdyoda bir müzik korosunun şarkısını kaydeden kanalın acar -ve tek- kameramanı, kamerayı omzuna almıştır ve gezerek çekmektedir müzisyenleri. Tam o anda Virgil Jderescu (kanalın sahibi ve sunucusu) sinirle içeri girer ve ne yapıyorsun böyle diyerek kameramanı azarlar. Kameraman, “Bu yeni bir şey, elde kullanılıyor” diye açıklamaya çalışsa da kâr etmez. Virgil, “Şunu tripota yerleştir yoksa suratına geçireceğim bir tane” der ve çıkar. Bizce bu kıymetli bir eski kafalılıktır.
Karın Yağması Da Bir Devrimdir
Filmin ilk kısmında gördüğümüz, kasabanın devrim sonrası psikolojik durumu filmin esas meselesi de olan şu soruları yavaş yavaş sormamıza imkân açar: Devrim oldu ama peki sonra ne değişti? Gri, kasvetli bir gökyüzü, bu grilikle birörnek apartmanlardan oluşan boğucu bir mimari bize devrimle ilgili ne söyler?
Filmin ikinci kısmında ise temeldeki bu soruları karakterlerine söyletmektedir zaten yönetmen de. Üzerinden altı yıl geçmiş bir devrim, yoksa sadece bir kıvılcım olmuştur da biz onun Eflatun’un mağara istiaresindeki aldananlar gibi, güneş olduğunu mu zannetmişizdir? Bir mağarayı bir diğeri için, daha büyüğü için mi terk ettik yoksa?
Bu sorular bir kenarda bütün ağırlığıyla dururken, programda devrimin altıncı yılının kutlamasında tartışılan tek bir soru vardır: “Halk meydana 12.08’den önce mi yoksa sonra mı çıkmıştır? Eğer Çavuşesku helikoptere binip giderken meydana döküldüysek korkaklık etmiş olmalıyız ve aslında kasabamızda bir devrim olmamıştır.” Piscoci ısrarla bunun ne önemi var dese de kimse onu dinlemez, ısrarla “Orda mıydın, değil miydin” tartışmasını sürdürürler.
Film boyunca en yalın haliyle izlediğimiz manzara işte bundan ibaret. Oradaki üç karakterin de her haline şahit oluruz. Virgil’in televizyona bağlanan Çinli izleyiciyi aşağılamasına ve hakaret etmesine de, çocukken kendisine Noel’de oyuncak silah yerine ayıcık verdiği için Piscoci’ye sitem etmesine de, Manescu’nun öğrencilerini sınav yaparken en iyi bildikleri konu olduğu için Fransız Devrimi’yle ilgili soru sormasına da, Piscoci’nin Çavuşesku’nun söz verdiği 100 Ley parayı veremeden devrim olmasına üzülüşüne de sadelikle dokunur ve tanıklık ederiz. Bütün hâller insana aittir ve yazılacaksa bu hâllerin tarihi yazılmalıdır. Sinema böyle bir tarihe “katılma”yı, bu insanlık durumuna ortak olmayı sağlamaktan başka ne yapabilir ki zaten? Hâlbuki bunlar sıkıcı mevzulardır, sinemanın da “devrimlerin” de çok daha “önemli” soruları vardır. “Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu”na dönüşmeye bir hayli meyillidir bu “mühim” sorular: “Maveraünnehir nereye dökülür?” yahut “Devrim olduğunda o meydanda mıydın?”
Her şeyin üstüne söylenebilecek en iyi şeyi filmin sonunda programa telefonla bağlanan, oğlu Bükreş’te ayaklanma sırasında ölmüş olan kadına söyletir yönetmen: “Size sitem edecek değilim Sayın Jderescu. Dışarda kar yağdığını söylemek için aramıştım. Lapa lapa yağıyor. Bugün keyfini çıkarın çünkü yarın çamur olur. İyi Noeller.”
Nedenler ya da sonuçlarla boğuşurken, hatta ısrarla kendimizi onlarla boğarken, “hayat”a dair söylenebilecek en anlamlı şeyi söylemiştir bu kadın. Çünkü kar herkesi eşitler ve o da aynı gülün açışı gibi “niçin”sizdir. “Oluş”u kaçırıp sahip olmaya çalıştığımız her bakiye, ısrarla “kavrama”ya uğraştığımız her ân Hakk’ı ve hayatî olanı kaybetmeye götürür. Oysa yağan kar ertesi gün çamur olacaktır zaten. Bütün devrimlerin “ertesi gün” bir devrim olarak kalamayacağı hakikati gibi...