Çağan Irmak, Dedemin İnsanları'nda bir ailenin seksen yıllık serüveniyle beraber, Türkiye'nin de seksen yılını anlatmıyor. Filmin vizyona girdiği şu günlerde, muhtelif yerlerde bu ifadeyle karşılaşmak olası fakat böylesine büyük bir iddianın altına Irmak'ın girmek isteyip istemediğini bilmemekle beraber, filmin bu denli kapsamlı, gözlemci ve toparlayıcı bir yanının olmadığını baştan söylemek lazım. 1923 yılındaki Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadeleyi ve 12 Eylül Darbesi'ni yaşayan bir aile, özellikle de bu ailenin dede, baba ve torunu filmin merkezinde. Filmin büyük kısmı 1980 yılının yazında geçiyor; ama 1923 ve 1990'lara yapılan bazı atlamalarla Ege'nin bir sahil kasabasında yaşayan iyilikle dolu göçmen bir ailenin komşuları, dostları, vatanları, devletleri kısacası insanlarıyla kurdukları ilişkiler sunuluyor.
Seyirciye fark ettirmeden bağlanıyor olsa da filmi bahsettiğimiz iki toplumsal mesele ile yani mübadele ve darbe anlatısı olarak iki parçaya ayırabiliriz. Bu ayrımın pratik yararı ise, filmin zaten yer yer dallanıp budaklanan anlatısının darbe sonrasında ucunun nasıl kaçtığının altını daha kolay çizebilmek olacak. Mübadele bölümünü, milliyetçilik, sürgün ve çocukluk gibi temaların ağırlıklı yer aldığı kısmı kısaca açmaya çalışalım. Yazı müjdeleyen karne günüyle başlayan film, ailenin on yaşındaki torunu Ozan'ı, dedesi Mehmet Bey'in sokakta diğer çocuklarla kavga ederken bulması ve kulağından çekerek kavgadan çıkarmasıyla giriş yapıyor. Bir kısım mahallelinin “gavur” bellediği göçmenlere karşı, büyüklerin arasında içten içe, çocuklar arasında ise kavga dövüşle açığa çıkan ırkçı nefrete tanık oluyoruz. Ozan'ın mahallelinin etkisiyle oluşan aşırı milliyetçi tavırları, kendisi ve ailesiyle de dalga geçilmesi üzerine erozyona uğruyor ve çocuk içine düştüğü çıkmazdan dolayı türlü kötülükler yapar hâle geliyor. Hollywood'un -özellikle Spielberg’ün- klasik çocuk merkezli filmlerinde konu edilen “belli olaylar ile büyüme, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması” hikâyesi Ozan için o yaz gerçekleşiyor. Nefretinin doruk noktasına varışı, kendi aile gerçeğiyle yüzleşip bu nefretten kurtulması, dedesinin dükkânında yaptığı çıraklık sırasında çalışmayı ve dostluğu keşfi hem seyirciye vicdani birtakım değerler sunuyor hem de tarihî bir felakete dikkat çekiyor. Mehmet Bey anlatırken perdeye düşen mübadele sahneleri, yaşadığı toprakları, konuştuğu dilleri ve sevdiklerini kaybeden insanların ruh hâlini anlatarak, mübadeleyi devletlerarası bir sözleşmenin ötesinde binlerce insan üzerinde yarattığı tahribat üzerinden okuyor.
İkinci bölüme geçersek, eski vatanı Girit topraklarını ziyaret etmek isteyen fakat denemeleri sürekli kesintiye uğrayan Mehmet Bey ve ailesi, nihai denemesinde bu sefer 12 Eylül Darbesi'ne tosluyor. Belediyede çalışan baba, uzun süre sorguya alınıyor, asker yöneticilerle “ülkeyi parsel parsel satma” konusunda ters düşüyor, kovuluyor ve aile için işler tekrar kötüye gitmeye başlıyor. Öncesinden dede ve torun merkezli gelen hikâye dede-baba merkezine bir süreliğine, sonrasındaysa torunun gençliğine atlamalarla hem tempo kazanıyor hem de bütünlüğünü yitiriyor. Olaylar daha hızlı, detaylı ama dağınık geliştikçe altı çizilen meseleler önemlerini kaybetmeye başlıyor. Hayatları boyunca ülke siyasetinin perişan ettiği, iyi insanlar olmaya çalışan aile, dedenin önderliğinde kendi içine dönüveriyor. Orta sınıfa ait, pek etliye sütlüye karışmayan, birbirine ve çevresine bolca sevgi besleyen aile güzellemesi, filmin son demlerinde herkesin kendi bacağından asıldığı bir yerde kendini kurtarma fikrini, bireyselciliği çözüm olarak sunuyor. Yardımsever, herkesin çok sevdiği, kibar bir beyefendi olan Mehmet Bey'in oğlunun kovulması ardından onunla yaptığı “aileni kurtar” temalı konuşmayı, filmin tüm politik doğrucu akışının altındaki bir çatlak olarak okumak mümkün.
Bu parçalı eleştiri bir yana, geneline baktığımızda filmi Irmak'ın filmografisinde Babam ve Oğlum (2005)'un yanına yerleştirebiliriz. Gözyaşlarının asgaride tutulduğu, yönetmenin anlatısıyla arasına bir nebze daha mesafe bırakmaya çabaladığı, neşenin hüzne galip geldiği film, Babam ve Oğlum'a ve benzer geçmişi anlatan popüler filmlerle en büyük paralelliğini nostaljik tavrında koyuyor. Dedemin İnsanları'nda kurulan “bir zamanların güzel insanları” tasviri, 80'lerden 20'lere, günümüzden de 80'lere bakarken nostaljiye sırtını dayıyor ve güzelliği “geçmişte kalmışlıkla” sınırlıyor. Bu yöntem, aslında filmin amacına dair de bir şeyler fısıldıyor. Çağan Irmak filmle ilgili röportajlarında bu filmin oldukça keyifli olduğunu, ailecek izlenebileceğini söylerken, aslında karakterleri aracılığıyla sunduğu vicdani ve ahlâki kişilik özellikleriyle bir duygusal yönelim, Cüneyt Cebenoyan'ın “bizi tedavi etmeye çalışıyor” (1) diye ifade ettiği şeyi öneriyor. Fakat bu öneri, içi ısıtan, duygulara dokunan, kâh güldüren kâh ağlatan ama çokça düşündürmeyen bir şekilde, bir beliriverip bir yok oluyor. Popüler sinemanın pek kalkışmadığı işleri, Irmak bu kez Babam ve Oğlum'dan bir nebze daha güçlü bir şekilde deniyor ve en azından deşmese de bazı tarihsel felaketleri, gündelik hayattaki ırkçılık yansımalarını, zamana-mekâna ve dolayısıyla insanlara dair özlemleri anlatıyor. Bunlar zaten biraz daha deşilince genellikle herkesin hemfikir olmadığı küçük salonlarda az seyircili oynayan filmler ortaya çıkıyor. En azından Türkiye sinemasında şimdiye kadar böyle oldu. Irmak popülerlikten çıkarak toplumsal meselelere yaklaşırken, karşı yoldan da “mesele”si olan filmleri geniş kitlelere sunabilecek isimler bekleniyor.