Dardenne Kardeşler yeni film yaptıkları her yılda, sessiz sedasız fakat istisnasız o senenin en iyi filmlerinden birisine imza atmış oluyorlar. Bisikletli Çocuk'la tarzlarında küçük oynamalar yapmakla beraber, yine her zamanki sade, doğal ve gerçekçi kameralarıyla işçi sınıfından, küçük suç ve suçlulardan yola çıkarak, gündelik hayata dair ucu çok yere dokunan bir hikâye anlatıyorlar. Fatih Özgüven'in vakti zamanında Ken Loach'a dair sorduğu “Loach kadar anlatımında gösterişsiz, meselesinde ısrarlı olup da bunca yıldır sıkıcı olmamak, hatta hemen her filminde ilginç olmak nasıl mümkün?” (1) sorusunu Dardenne'lere de yöneltebiliriz. Sinema ve televizyonun imaj dünyasında görün(e)meyenlere dair doğru temsiller üretme mücadelesi olarak okunabilecek külliyatlarında, bu kişilerin karşılaştıkları güçlükleri heyecan verici bir şekilde ve romantizmden mutlak suretle kaçınarak anlatıyorlar. Seyirciye mesafeli kurguladıkları karakterleri, paranın egemenliği ile vicdan arasında salınırken, toplumsal arka planın belirleyiciliğini özneyi tamamen ortadan kaldırmadan ele alıyorlar. Bisikletli Çocuk’un yaşamla mücadelesi de bu yönde seyrediyor.
Cyril’in büyüme hikâyesi, kendisine bakmayı reddeden babasını arayışıyla başlıyor. Yetimhaneden sürekli kaçan Cyril’in yolculuğu, sonrasında babasının sattığı bisikletini arayışına dönüşüyor. Bu süreçte de, dışarıda tanıştığı Samantha’nın kendisine hafta sonları koruyucu annelik yapmasıyla beraber kızgın, inatçı ve eksik kalmış Cyril, bisikletiyle Liege’in sokaklarında şehri bir oyun alanıymışçasına arşınlayarak kendine bir yaşam alanı yaratmaya çalışıyor.
Şehir, Bisikletli Çocuk'da katedilen yolları, gizli girişleri, ağaçlık kuytularındaki çete alanlarıyla sadece filme dekor olmanın çok ötesinde. Yönetmenlerin kendi büyüdükleri mekânlara duyarlılıkları, Cyril'in tek başına arayışlarında, Samantha'yla gezilerinde ve küçük gangster Wes'le tanışmasında filmin bu sade biçiminin ritmini ustaca kuruyor. Karakterlerin yer değiştirmeleri alsa boşuna olmayan, ince bağlarla örülüyor. Bisikletiyle oradan oraya dolaşan on bir yaşında başıboş bir çocuk için şehir sürprizlerle dolu; tehlikeli karşılaşmalara sahne olabileceği gibi Cyril'in bir anneyi de bulabileceği bir alan. Mekânın böylesine kurucu ve dönüştürülebilir kullanımı, düşünceler ve diyaloglar yerine direkt tecrübelerden kurgulanan anlatımla beraber, dolaysız ve maddi bir seyir deneyimine el veriyor. Cyril'in güven, kabullenme ve sevgi arayışı süresince izleyici de ne karakterle özdeşleşerek ne de yönetmenlerin manipülasyonlarına maruz kalmadan sürekli bir mesafeden bu tekinsiz macerayı takip ediyor.
Dardenne'ler de karakterlerinin tamamını ne derece sevdiklerini ve içlerindeki hümanizmi, bu görece iyimser sonsözlü filmlerinde şimdiye kadarki en net biçimde dışavuruyorlar. Öyle ki bir baba çocuğunu, onunla yeni bir hayata başlayamayacağı için reddediyor fakat kendi hayatını ekonomik olarak zor idame ettirdiğini görüp kızamıyorsunuz. Cyril'in Samantha'ya çektirdikleri, hırsızlığa ve şiddete bulaşması, saf bir “kötü çocuk” stereotipinden uzak, etrafını sarmalayan problemlerle anlamlanıyor. Karşı taraftan, mutlak iyiliğin vücut bulduğu bir karakter de yok. Samatha her ne kadar durduk yere yetimhaneden bir çocuk evlat ediniyor gibi görünse de, içinde eksikliğini hissettiği annelik, onu bu karara itiyor. Yönetmenler yarattıkları evreni yargılayacak Tanrı'yı oynamayı peşinen reddediyorlar, seyirciye de bireyleri yargılamak yerine ortada kalmış bir çocuğun, yalnız yaşayan bir kadının ve çocuğuna bakacak gücü olmayan bir adamın hayatla ilişkilerini anlatabilmeye çalışıyorlar. Yıllardır önce belgesel sonra kurmacayla gözlemledikleri sosyo-ekonomik mevcudiyeti henüz bu ortamla savaşacak yahut onu yeniden üretecek kıvama gelmemiş bir çocuk üzerindeki etkileriyle baştan keşfediyorlar aslında.
(1) Radikal Gazetesi, Fatih Özgüven, http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=900285&Yazar=FAT%DDH%20%D6ZG%DCVEN&Date=25.09.2008&CategoryID=113