J. Edgar, polisiye ve aksiyon içerikli Hollywood sinemasının tüm dünyaya tonlarca temsilini sunduğu, ilk etapta akla özel ajanlar, bol patlama, komplo teorileri ve başka birçok şey getiren FBI’ın kurucusu ve 1924-1972 yılları arasındaki patronu olan Hoover’ın biyografisini sunuyor. Klasik bir yöntemle, ana izlekte gölge yazarına otobiyografisini yazdıran ihtiyar Hoover’ı ileri ve geri atlamalarla, yirmili yaşlarından ölümüne kadar perdeye yansıtma amacında. Hem özel ve iş hayatından hem de 21. yüzyıl Amerikan iç güvenlik siyasetinin bazı kilit noktalarından olmak üzere çok geniş bir spektrumda ilerleyen film, bu son derece marjinal karakteri ve yarım asırlık dönemi hiç dağılmadan, kontrolü kaybetmeden fakat içinde derin bir sorgulama, yorum yahut coşku kırıntısı da barındırmadan anlatıyor. Yüzeysel olarak temiz, zarif fakat içine baktıkça boş ve yönlendirici niteliklerle dolu bir tarihsel/psikolojik drama. Tatsız oyunculuklar, yaşlandırma sürecinde karakterleri neredeyse maske takmış gibi gösteren makyajlar, seyri yer yer baltalayan aşırı karanlık çekimler hariç; son derece başarılı kıyafetler, dekor, detaylarla anaakım dönem filmi standartlarının altından biçimsel anlamda kalkıyor. Fakat yönetmen aktif siyaset de yapan Clint Eastwood, figür de ABD tarihinin en tartışmalı isimlerinden Hoover olunca filmin ideolojik (yeniden) üretimini tartışmak gerekiyor.
Suç işlememiş pek çok komünist ve anarşisti güvenlik niyetiyle sınır dışı etmiş, hapse attırmış, öncelikle parmak izi ve gözetleme amacıyla bilimi soruşturma süreçlerine kazandırmış, gördüğü sekiz ABD başkanının da tahtından indiremediği Hoover; özel hayatında da işkolik, asosyal, güç takıntılı ve ne kadar bastırsa ve çevresindekilere nefret beslese de bir eşcinsel. Tam anlamıyla çağının ilerisinde bir teknik akılla, günümüzdeki pek çok gözetim ve fişleme aygıtının mimarı olarak iktidarın bilgi üzerinden kurulacağı zamanları önceden kestiren bir isim. Parçası olduğu antikomünist propagandaları, 30’larda Büyük Buhran sonrası Al Capone gibi gangsterleri ve John Dillinger gibi halk düşmanı/kahramanların yakalanması, sürekli yalan mektuplarla taciz ettiği Martin Luther King’in mücadelesi vb. meseleleri sadece Hoover’a atfederek değerlendirmek mümkün değil elbette. Ne kadar başına buyruk, kendi dehşet verici faşizan vatanseverlik tanımından yola çıkarak işlerini yaptıysa da, Amerikan resmi ideolojisinin ve tarihsel bağlamın içinde, etkenlerden sadece birisi. Detaylı bir araştırma yapmadan, sadece filmdeki ayrıntılardan toparlayarak bile bu saydıklarımıza, Hoover’ın kendi yapmadıklarını yapmış gibi anlatan bir ikiyüzlü, ihtilafa düşme ihtimali olan herkes hakkında bilgi toplayan bir şantajcı, eşcinsellere ve zencilere derin bir nefret besleyen ve icraatlarını yasadışı yollardan da gören birisi olduğunu çıkarabiliriz. Kısa bir araştırma sonucunda ise filmde bahis edilmeyen; 40’lardaki işçi hareketlerine, COINTELPRO programı altındaki hukuk dışı dinlemelere, hırsızlık ve sahte belge basımlarına, sanat ve siyaset dünyasından nice insan üzerinde uyguladığı kanunsuz yıldırma politikalarına ulaşmak mümkün.
Peki nasıl oluyor da, film tüm bunlara rağmen Hoover’ın arkasında, gerçekçi olma ve tarafsız görünme kaygısı ile, yaptığı adaletsizliklere rağmen, hatta bunların bir kısmını göstererek de bir savunma kurabiliyor? Seyirci manipülasyonunu, defalarca denenmiş basit formüllerle kurabilen Hollywood için hem Hoover’ı hem de kendisinin antitezi hırsız John Dillinger’ı farklı filmlerde kahraman olarak sunmak pek de zor değil. Açılışta komünistlerin bombalı saldırıları, Hoover’ın zulmünü aklayacak annesi ve sevdikleriyle olan sorunlu ilişkilerini, dramatik bir vefat sahnesini yerli yerine koyduktan sonra aralara giren sömürü ve şiddeti gizlemek kolaylaşıyor. Her sözü bir aşağılama ve başarı vurgusu içeren, kişiliği üzerinde oldukça baskın annesiyle, kırk yaşına kadar beraber yaşayan Edgar’ın –evde Edgar, işte Hoover– neredeyse tüm yaptıkları bu anne modeli üzerinden açıklanabilinecek şeyler. Film, işin psikolojik damarını buradan tutturup toplumsal olana varıyor. Filmin belki en can alıcı sahnesinde, baskı altında ezilen genç Edgar, ölen annesinin elbisesini üzerine geçirip ayna karşısında kendisine annesinin ağzından “Güçlü ol, Edgar” diyor ve yerde kıvranıyor. Amerikan siyasetinin en etkin insanlarından birisinin kastre edilmiş temsili ve bu ağır Oedipus karmaşası, onu kanlı canlı, çocuksu ve zavallı bir insana çeviriveriyor. Debord’un elimizde tutamadığımız güçler bile bütün kuvvetleriyle kendilerini bize gösterirler (1) dediği gösteri toplumunda bireysel gerçeğin ortaya çıkmasına, ancak kendisi değilse izin verildiğinden (2), Edgar da oturtulduğu bağlamda, pek çok gerçeğin üzerini tam da görünerek örtüyor.
Hoover’ın ABD’de yaşasa terörist sayıp ya ülkeden dışarı ya da hapse yollayacağı, Fransa’da ’68 hareketinin stratejistlerinden Guy Debord mevcut kapitalizmin ‘gösteri’ mantığı üzerinden radikal eleştirisini, sanat ve gündelik yaşamın siyasetle olan ve sürekli saklanmaya çalışılan ilişkisini de tartışmaya dâhil ederek gerçekleştirmişti. Temelde Marx’ın ‘meta’ fetişizmi saptamasını ‘imaj’ ile genişletip, toplumsal ilişkilerin belirleyicisinin ‘sahip olma’dan, ‘(gibi) görünmeye’ geçtiğini iddia ettiği temaşa toplumunu, bilinçli bir şekilde zarar vermek amacıyla (3) bir bütün olarak, fragmantasyondan özellikle sakınarak analiz etmişti. Münferit olaylardan örneklemeler yapmadan kurduğu yekpare analizi, pek çok eleştirel teorisyen tarafından da araç olarak kullanılıyor. Douglas Kellner, Medya Gösterisi’nde, eğlenceden spora, sinemadan haberlere, politikadan markalara tüm bu alanların küresel kitlesel iletişim araçlarıyla beraber gösteriye teslim olduğunu iddia ediyor. (4) Madonna, Michael Jordan, Bill Clinton skandallarıyla, Körfez Savaşı, O.J. Simpson davaları, McDonald’s vb. kişi, kurum ve olayların ise gösteriyle ayrılmaz ilişkilerini, Amerika’nın sınıf, kültür, etnisite, toplumsal cinsiyet, güvenlik, siyaset tartışmalarındaki etkin rolleriyle inceliyor. Hoover’ı, hem kendi yaşamı ve gösteriyle ilişkisi hem de bu film üzerinden bu bağlamda kısaca okuyarak bitirebiliriz.
Özellikle henüz FBI’a güvenin tam oluşmadığı zamanlarda, Hoover için popüler kültürdeki kurtarıcı temsilinin, gangsterlere göz açtırmayan ultra güçlü G-Men (1935) imajıyla nasıl beslendiğine filmde de değiniliyor. Filmler, radyo dramaları ve çizgi romanlarla FBI ve Hoover üzerinde kimi zaman yalan ve abartılarla sağlanan olumlu sağduyu, ilk yıllarında yargıda etkinliği olmayan, silah taşıma yetkisi olmayan ve tutuklama yapamayan FBI’ın gelişiminde önemli rol oynuyor. Bu sayede Hoover terörü masum ve haklı gösterdiğini düşündüğü insanlar da dâhil tüm radikal muhalefetleri suç kapsamı altında baskı ve gözetimle yıldırmaya çalışabiliyor. Öyle ki, sonrasında çocuk kaçırmayı Federal suç kapsamına alan yasayı çıkartan meşhur Lindbergh davası, Hoover için bir prestij mücadelesine dönüşüyor. Bir yandan hegemonik gücün baş uygulayıcısı olan bir adamın özel hayatındaki problemlerle, elbette bu eylemlerinin ilişkisi var, fakat sadece bunlara atfetmek, tıpkı metalara yapıldığı gibi o kişilere mitik bir karakter atfederek asıl toplumsal ilişkileri gizlemeye yarıyor. Yine Debord’un dediği gibi, sistemin temsilcisi olan, hayranlık duyulan bu insanlar, neyseler o olmadıkları için meşhurdurlar. (5) Küçük çaplı adalet avcıları olarak özel ajanların estetizasyonu elbette bir yere kadar tutarlı ve inandırıcı kılınabiliniyor fakat Adorno’nun yanlış hayat doğru yaşanmaz derken imlediği, modern insanın en olumsuz anlamda vücuda gelişinin bir örneği olarak Hoover’ı da hatalar yapmış bir iyi niyet elçisi olarak temsil etmek, en azından hayatını mahvettiği binlerce insana yapılmış bir ayıp olarak da kayda geçiyor.