Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
25.03.2012 Ölüm Denizi Seyirciyi Her An Yakalayan Bir Suç Dramı Yiğitalp Ertem

Özelde neo-noir, daha kapsayıcı bir tür olarak ise çevirirken ‘heyecanlı/polisiye’ olarak eksik karşılayabildiğimiz ‘thriller’ üretiminde, Güney Kore film endüstrisi, ABD’den çok daha yaratıcı, yenilikçi ve kendine has kodlar geliştirmekte 2000’ler itibariyle. Chan-wook Park’ın intikam üçlemesi, Scorsese’nin yeniden çevirdiği Kirli İşler (Mou Gaan Dou, 2002) serisi, daha geniş bir yelpazede filmler yapan Joon-ho Bong’un Cinayet Günlüğü (Salinui Chueok, 2003), Jeong-beom Lee’nin çıkış yaptığı Ajeossi (2010), Jee-woon Kim’in Acı Tatlı Hayat (Dalkomhan Insaeng, 2005) ve Şeytanı Gördüm (Akmareul Boatda, 2010) ile zirve yapan filmografisi benim için görülmesi gerekenler listesinin ilk sıralarını oluşturuyor. Bir yandan artık ‘intikam sineması’ olarak da anılan örnekleri de biriktiren bu sinema, bol kanlı, karanlık ve gizemli... Buna ek olarak Hollywood cilasına tamamen boyalı olmadığından genelde inandırıcı. Tamamen diyorum, çünkü hem biçim/içerik hem de finansal olarak Hollywood’la ilişki içinde bir endüstri, Ölüm Denizi’nin de prodüksiyonunda Fox’un %20 payı var örneğin. Warner Bros ve Fox’un filme ve yönetmene ilgisiyse listeye eklenmesi gereken Ölümcül Takip (Chugyeogja, 2008) filminden kaynaklanıyor. Ölümcül Takip ile dünya çapında merak uyandıran, suç filmi hayranlarının takibine giren Hong-jin Na’nın vites yükseltip daha büyük bir bütçeyle çektiği Ölüm Denizi; iki buçuk saate varan süresince uğradığı bazı can sıkıcı tempo değişimleri dışında genelde sürükleyici bir intikam öyküsü. Warner Bros’un Christopher Nolan ve Wachowski Kardeşler kumaşı gördüğü Na, gerçekten başarılı bir hikâye anlatıcısı. Ölümcül Takip kadar övgü toplamasa da, ikinci filmiyle bunu kanıtlıyor.

Çin ile Kuzey Kore sınırında, iki milyonu aşkın aslen Koreli, Çin vatandaşının yaşadığı otonom bir bölge olan Yanbian’ın merkezi Yanji şehrinde yaşayan Gu-nam, film boyu peşinde sallantılı kamerayla dolaştığımız karakterimiz. Karısının aylar önce Seul’e gidip borçlarıyla terk ettiği, gündüz taksiye çıkıp kazandıklarını da gece mahjong oyununda kaybeden, serserilerden borcu yüzünden sürekli dayak yiyen, küçük kızına bakamayan Gu, suç ve yoksulluğa bulanmış Yanji’li kaybedenlerden sadece birisi. Karakter, meslek ve mekânla ilişkisi bağlamında açık Travis Bickle göndermeleriyle kurulan Gu, Çin’li gangsterlerin bolca para ve Seul’e gidiş-dönüş bileti karşılığında kiralık katil olma teklifini kabul ediyor ve zavallı bir taksiciden intikam makinesine dönüşümünün fitili ateşleniyor. Bir işadamını öldürüp karısını bulma amacıyla gittiği Seul’de; Kore mafyası, Çin’li gangsterler, yerel polis ve kurtulamadığı kabusları arasında dehşet dolu bir kovalamaca başlıyor.

Filmin ilk yarısında, Gu’nun yalnızlık hâlleri ve sonrasında adeta bir amatör olarak kriminolojiyi kendi kendine öğrendiği –plânlar, gözetlemeler, takipler, cinayet provaları- kısımlar, kanın gövdeyi götürdüğü, yarım saat aralıksız dövüş, araba çarpışmaları ve kovalamacaların olduğu ikinci yarıya oranla daha derinlikli ve sağlam kurulmuş. Kara film motifleri açısından zengin bir açılışı var filmin. Gu, terkedilmişliği dolayısıyla erkekliğine dair bunalımlarda, tamamen çaresizce karar alıp tanımadığı birini öldürmeye çalışan yersiz yurtsuz bir adam. Elleri cebinde soğuktan titreyerek neon ışıklarıyla aydınlanan sokaklarda geçirdiği gecelerle seyirciye oldukça güçlü bir özdeşleşme sunuyor. Zaten Kore suç/öç sinemasında anti-kahramanlar genelde eylemlerini haklı kılacak, ne kadar şiddete bulaşsalar da bunları ahlâki olarak meşrulaştıracak nedenlerle donatılıyorlar. Kendilerine ve sevdiklerine yapılmış kötülükler hep ön hikâye olarak kuruluyor, bu noktada en affedilmez suçlulara karşı savaşıyorlar: çocuk tacirleri, tecavüzcüler, katiller vb. Gu’nun durumunu ve filmi farklı kılan yönse, filmin toplumsal sorunlara eleştirel bir tavır alması. Yanji’de yaşayan “Joeseonjok”lara karşı hem Koreliler hem Çinliler ırkçı bir tavır besliyor, fakirliğe batmış şehrin yarısı yasadışı aktivitelerle uğraşıyor, insan kaçakçılığı en vahşi şekillerde gündeme getiriliyor filmde. Gu’nun intikam mücadelesi aslında bireysel bir kinden, kendini ve çevresindekileri bu şekilde yaşamaya maruz bırakanlara karşı sürüyor.

Bu duyarlı açılış ve gelişmelerin sonrasıysa Bourne serisi kıvamında gerçekçi dövüş sahnelerinden, Takashi Miike seviyesinde kanlı/gore münasebetlere gebe. Ajeossi filmindeki bıçak performansı ile Şeytanı Gördüm’ün baltalı cinayetleri birleştirilip, suç filmlerinin olmazsa olmazı silahı –tek sahne hariç– tamamen ortadan kaldırınca Ölüm Denizi’nin aksiyonu ortaya çıkıyor. Şiddetin en ilkel şekillerde, tamamen bedenler arası kurulan temsili, bazen o kadar aşırılaşıyor ki, ölümler grotesk bir güldürüye dönüveriyor. İşte bu tonal değişim, kendi içinde başarılı olsa da hikâyenin başlarını unutturduğundan ve odağı Gu’dan diğer karakterlere kaydırdığından filmin etkisinden çalıyor. Şiddete dair bu noktalara karşı uyarmak, film hakkında yazılan bir yazının boynunun borcu olsa gerek, yediği yemeğin kemiğiyle cinayet işleyenleri anlatıyor film. Fakat midesi kaldıranlar için, uzun süresine rağmen seyirciyi bir şekilde her an yakalayan sağlam bir suç dramı aynı zamanda.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..