1990'larda sinema oyunculuğuna Richard Linklater'ın Genç ve Heyecanlı (Dazed and Confused, 1993), Kevin Smith'in Aylak Fareler (Mallrats, 1995) ve Amy’nin İzinde (Chasing Amy, 1997) gibi 'bağımsız' filmlerle başlayan Ben Affleck, 1998'de Can Dostum (Good Will Hunting, 1997) ile büyük sıçramayı yapıp, Hollywood yıldızı hâline gelmişti. Meşhur olduğu yıllarında ise başarılı bir devamlılık çizgisi tutturamayan Affleck, kariyerinin orta yerinde kameranın arkasına geçmeye karar verdi. Yönettiği ilk film olan roman uyarlaması Kızımı Kurtarın (Gone Baby Gone, 2007), suç-drama alt türünün heyecan verici bir örneğiydi. Yine Boston'da çektiği, bu sefer başrolü de eline aldığı ikinci filmi Hırsızlar Şehri’ni de ilki kadar olmasa da kalburüstü bir suç filmi olarak değerlendirebiliriz. İki buçuk saatlik süresine rağmen film, mevzubahis kasabada yarattığı atmosferle yer yer uzayan tâkip sahnelerine rağmen sıkmayan bir suç hikâyesi. Roman uyarlaması olduğundan karakter derinlikleri ve öykü açılımları doyurucu. Yan rollerin tepedekilerden daha renkli olmasının yanı sıra pür iyi-kötü çatışması üzerine kurulmadığından bir ahlâki tartışma da barındırıyor.
Banka soyguncusu yetiştirmesiyle meşhur olduğunu öğrendiğimiz Charlestown'dan yeni nesil bir ekibin beyni Doug, hapishanedeki babası gibi bir suçludur. Aslen hafriyatçılık yapan mavi yakalı, çocukluktan arkadaşı Jem ile kurduğu çeteyle banka, stadyum, kamyon ne varsa soyabilecek yetenektedirler. Son banka soygunlarında rehin aldıkları banka müdürü Claire'e Doug'ın âşık olması üzerine, farklı dünyalar arasında bilinmezlikle örtülü bir ilişki başlar. Bu sırada ekibin izini süren FBI da takiptedir.
Hikâyesi ilk kertede soygun filmlerini hatırlatsa da daha çok mafya filmlerine benziyor Hırsızlar Şehri. Genelde İçerideki Adam (Inside Man, 2006), Ocean's Eleven (2001) serileri, Son Darbe (The Killing, 1956), Köpeklerin Günü (Dog Day Afternoon, 1975) gibi soygun filmleri, planlanmış bir soygunun iç dinamiklerini ve hırsız-rehine-polis üçgenindeki psikolojik gerilimleri ince ince işleyerek filmle neredeyse eş zamanlı bir uzamda anlatır. Hırsızlar Şehri’nde ise birkaç soygunun eşliğinde söz konusu olan bir karakter dramasının kahramanı Doug, yıllarca her yanına bulaşan suçtan, onu buna mecbur bırakan kasabası ve arkadaşlarından kurtulmaya çalışıyor. Micheal Corleane'nin Baba 3’teki (The Godfather: Part 3, 1990) emeklilik özlemine benzer bir ruh hâli var Doug'ın. Fakat Affleck yönetmen ve yapımcı koltuğunda suç kültürüne dair biyografik ve sosyolojik bir ifade kurmaya çalışırken oyuncu olarak buna katkı sağlamada yetersiz. Senaryolaştırmada da katkısı bulunan Affleck'in kendine uygun gördüğü karizmatik, âşık, mangal yürekli fakat bunalımlı Doug rolünü, Ölümcül Tuzak’ta (The Hurt Locker, 2008) ve bu filmde farklı iki uçta travmatik kişiler yaratan Jeremy Renner'a verip kendisi, Doug'ın arkadaşı rolüne çıksa daha başarılı olabilirmiş. (Hatta Kevin Smith'den çıkma bir Silent Bob trüğü gibi bir karakter bile yaratabilir ileride.) Çünkü Doug'ın kız kardeşinin eski sevgilisi, uğruna dokuz yıl hapis yattığı Doug'ın kankası rolündeki Renner, öfkesini kontrol edemeyen Jem karakteriyle filmin açık ara en iyi performansını ortaya koymuş.
Filmin Doug ile Claire arasındaki orta sınıf/işçi -ancak çalarak zengin- veya suçlu/mağdur zıtlıkları barındıran romantizmi, elindeki koza rağmen fazla bir gerilim yaratamıyor. Sadece filmin belki en iyi sahnesi olan, suç ortağı Jem'in bu ikiliyle rastlaştığı kafe sahnesinde tavan yapan bir bilmece var aralarında. Bu anda filmin iki sacayağı yasak aşk ve soyguncular arası çatışma, bu üçlü arasında kesişime uğruyor. Özdeşleşilesi Doug'ın tercihlerine baktığımızda ise filmin hafif muhalif bir niyeti olduğunu kestirebiliriz. Olabildiğince şiddete başvurmadan, öldürmeden soygun yapan Doug'ın tarafında kalmak, soyguncuları yakalamaya çalışan FBI ajanıyla koşuşturmaktan görece daha iyi. Charlestown'daki gibi anne babası sarhoş, gelir durumu düşük, uyuşturucu ve suçla büyüyen bir çevreden gelen Doug için bu kişisel seçim olmaktan öte toplumsal bir sonuç. Bu sonuca yol açan düzenin en önemli kurumları ise bankalar. Birkaç banka soyduktan sonra kaçıp kendine temiz bir hayat kurmayı dileyen birinin düşüncelerinin meşrulaşmasında bir sakınca olmamalı. Ne de olsa katlanarak çoğalan reklamlarda bizi en yakın dostumuzdan daha da önemseyen bir tüzel kişilik, can yoldaşı olarak selamlayan bankalardan çalınan her kuruş heyecanlandırır insanı, film de olsa. Bir de Doug suçu kabullenip ve onu bir fedakârlık olarak görüp aşarak, Raskolnikov'un vicdanına yenik düşüp yapamadığını yapıyor. Karşıdaki yaşlı bir kadın değil de, filmde FBI ajanının tüm ayrıntılarıyla betimlediği kapital olunca, ikna edilirse kendi müdürü bile satabiliyor bankasını. Kapitalizm, bir aşk hikâyesiyse içimizdeki antikapitalizm de öyle. Ben Affleck öyle söylemiyor elbette.