19 Mart'da Ankara'da gazeteciler "Özgür basın varsa, özgür toplum vardır" pankartlarıyla, tutuklu arkadaşlarının serbest bırakılması, basının üstündeki baskının kalkması için yürüdüler. Ulusal-çok uluslu birkaç medya tekelinin hüküm sürdüğü günümüzde, basın emekçileri üzerindeki ağır baskı kalksa bile, tamamen özgür bir basından bahsetmemiz mümkün değil elbette. Ortada sermaye-devlet ilişkileri üzerinden çözümlenecek iki problem var: Batıyla paylaştığımız ilki, medyanın yoğunlaşmış ekonomik bir faaliyet alanı olması hasebiyle sermaye sahiplerinin elinde tamamen kâr etmeye yönelik bir araç hâline gelmesi. Ki bu durum Türkiye'de 1980 sonrası deregülasyonlara, özel medya sektörünün önündeki engellerin kalkmasına tekabül ediyor. Dev medya şirketlerinin enerji, sanayi, finans vb. sektörlerde de pay sahibi olması ve rekabetin gittikçe birkaç dev arasında kalması, alternatif oluşumlara yaşam şansı tanımadığından, özgürce bir üretim söz konusu değil. Batıda görece aşılmış, Türkiye'deki geleneklerden dolayı bir türlü aşılamayan sansür zihniyeti ise daha buralara özgü ve son yıllarda şekil değiştiren bir sorun. Her an denetimden geçen, kapatılma, cezalandırılma tehdidiyle çalışıyor basın emekçileri. İnternetteki akıl almaz yasaklar ise bu kısıtlayıcılığın yansımaları. İşte Press (2010) bu iki temel engelle en sert şekilde karşılaşan Özgür Gündem’in 1990'ların başındaki mücadelesini yansıtıyor.
Hem ekonomik olarak güçsüz hem de sürekli olarak hukuki -yasaklamalar, davalar- ve hukuki olmayan –tehditler, cinayetler- yöntemlerle bastırılmaya çalışılan bir gazetenin Diyarbakır'daki bürosunun öyküsü var perdede. 1992-94 yıllarında OHAL koşullarında, anaakım medyanın dışında, çatışmanın içinde ve taraf olan bir ses Özgür Gündem. Genç yaşında gazetenin ofisinde kalan fakat çalışanların ölümleriyle birlikte gazeteci olmaya adım atan becerikli Fırat'ın gözünden bakıyoruz olaylara. Çalışanların, dağıtıcıların ve büfelerin sürekli JİTEM (Ve Hizbulkontra) tarafından tehdit edildiği, işkence gördüğü ve acımasızca öldürüldüğünü gözler önüne seriyor. Askerin karıştığı bir kayıp vakasını incelemeye soyunan ekibin tosladığı büyük kaya da sonun başlangıcı oluyor.
Filmiyle ilgili verdiği röportajlarda Sedat Yılmaz, filmdeki karakterleri direkt olarak taşımadığını fakat dönemin önemli olaylarından derleyerek, arşivleri tarayarak bir öykü kurduklarını açıklıyor. Yılmaz Odabaşı'nın da belirttiği gibi bazı mevzuların filmde olmadığı aşikâr. Gazetenin ideolojik duruşu, Ape Musa gibi faktörler başka bir filmin konusu olabilir belki. Fakat filmde ortaya konulan medya özgürlüğü sorunu, özellikle de marjinalleştirilmeye çalışarak ezilen toplumsal kesimlerin özelinde büyük tehlike arz ediyor. Bu tahammülsüzlüğün biçim değiştirmesi ise, eskiden şiddetle ve gizli saklı yapılanların, günümüz demokrasisinde hukukun esnetilen sınırları içinde yasaklamalarla, kapatılmalarla ve ekonomik baskılarla yapılmasında gizli. Yine Sedat Yılmaz'ın dile getirdiği üzere, tutuklanan 50-60 gazeteciden sadece birkaçının adlarını sürekli olarak duyuyor oluşumuz, o kişilerin daha bilinir, başarılı olmasının yanında Kürt gazetecilere uygulanan devlet-medya ortak sansüründe de gizli. Press'de "holding medyası" diye tekrarlanan kurumlar haber alma özgürlüğünü bahşetme konusunda alternatiflerine göre çok daha iştahlı ve güçlüler. O zaman da bölgedeki faili meçhullerden haber alınamıyordu, hâlâ da hakları faili meçhul bir şekilde bastırılanlar sesini ülke genelinde duyuramıyor. Bu durum ise karamsarlık yaratmaktan çok daha incelikli ve kapsayıcı yöntemlerin gereğini arz ediyor.
Böylesine tarihsel anlatılara alışılmış bir romantizmle bakmak yerine, günümüze yerleştirdiğimizde çıkan manzarayı tahlil etmek daha fikir açıcı olacaktır. Toplumdan beslenen sinemanın çıkardığı ürünler, farklı yaşamsal halet-i ruhiyelerde öyle bir denk geliyor ki, karartmalar çağında karartılan eskiler de bir bir açığa çıkıyor. Gölgeler ve Suretler (2010), Saklı Hayatlar (2011) ve Press son dönemde bu ışığı yakan filmler. Press'te elbette Derviş Zaim'in yakaladığı bir sinematografik hazzı yakalamak mümkün değil. Yine de, özgürlük mücadelesi veren bir gazetenin filmini yaparken bile sokaktaki çekimleri zorlukla kotarılan, panzerleri ve savaş uçaklarını efektle kurtaran fakat asla sinemasal anlatımı arka plâna koymayan bir yapısı var. Kubrick estetiği ve dekorlarının peşinde değil, etkileyiciliği de orada saklı değil zaten.