Özgün ve minimal tarzıyla festival seyircisinin aşina olduğu Apichatpong Weerasethakul, son filmi Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010) ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kucakladı. Gündelikle metafiziği çarpıcı bir şekilde harmanlayan, kendi kültürel referanslarını oryantalizmden kaçınarak evrensel bir zeminde özgün bir sinema diliyle buluşturan yönetmenle sinemasını ve son filminin macerasını konuştuk. Irak coğrafyalardan yakın bir sinemanın ipuçlarını sunan bu söyleşiyi keyifle okuyacağınızı tahmin ediyoruz.
Mustafa Emin Büyükcoşkun
Sizi film yapmaya teşvik eden ve size ilham veren şey nedir?
Benim için sinema bir arabellek niteliğinde; dünyayla iletişime geçmenin bir aracı sinema. Çünkü ben çok içedönük bir insanım ve sinema olmasa bütün günümü evimde köpeğimle geçiririm. Yani sinema benim için hem arkasına sığındığım bir siper hem de dünyayla temas kurmanın bir yolu.
Oldukça özgün bir tarzınız var. Sadece sinemadan değil sinemanın alışılagelmiş kalıplarını aşmak için ciddi imkânlar taşıyan video-art ve deneysel sinemadan da beslenen interdisipliner bir bakış açısıyla filmler üretiyorsunuz. Deneysel sinema ve özellikle de video-artla olan bağınızı biraz anlatabilir misiniz? Bu medyalarda ne gibi avantajlar görüyorsunuz?
Benim için filmlerim melez hayvanlar gibi. Zira ben taşrada doğup büyüdüm, sonra başkent Bangkok’ta, ardından da bir süre Chicago’da yaşadım. O dönem deneysel sinemayla ilgileniyordum. Böylece 24 yaşındayken dünya sinemasının pek çok önemli örneğiyle karşılaştım. Sinemaya o kadar açtım ki ne bulursam seyrediyordum. Tayland’a döndüğümde “ömrüm boyunca böyle 16 mm, siyah-beyaz deneysel filmler yapacağım” dedim. Ama sonra anladım ki bu mümkün değil. Çünkü Tayland hikâyelerle dolu bir yer. Yani anlatacak çok şey var, ama deneysel sinema buna elverişli değil; belki fazla soğuk. Bu doğrultuda bir dil arayışına girdim ve bir tür deneysel-kurmaca bir form oluştu. Şimdilerde video-art alanında da işler üretiyorum, çünkü deneysel forma geri dönmek istiyorum. Bana göre sinema ve video-art birbirinin yankısı gibi. Meselâ son projem Primitive video-art ile sinemayı eşleştirdiğim bir çalışma. Bazen video-art filmlerimi etkiler bazen de filmlerim video-art çalışmalarımı etkiler.
Filmlerinizde gündelik hayatla iç içe geçen bir metafizik dünyayı gözlemliyoruz; Uncle Boonmee’deki akşam yemeği sahnesindeki gibi. Fizik dünyayla metafizik arasında katı pozitivist, dikotomik bir gerilim kurmayan bu yaklaşımınızın sebebi nedir?
Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives’da yemek sahnesindeki iki dünyanın karışımı, Tayland’da bizi çepeçevre saran ama göremediğimiz şeylerle birlikte yaşadığımızın farkında olmamızla alâkalı sanırım. Ruhlara falan inanıyorum demiyorum. Kastettiğim tek boyutlu görünen bir dünyada yaşamadığımız. Dolayısıyla Uncle Boonmee de biraz bunu yansıtıyor. Aynı zamanda artık çok az kişinin kullandığı bir sinema formunu da yansıtıyor; yani benim seyrederek büyüdüğüm, komplike olmayan, sade bir mantığa ve yavaş ritme sahip bir sinema formunu.
Rüyalar, masallar, efsaneler; tüm bunlar modern olmayan anlatı biçimleri olarak filmlerinizde başka dünyaların kapılarını açıyor. Bu biçimlere ilginiz ve onlarla ilişkinizin sinemanıza katkısını anlatır mısınız?
Aynı şekilde benim hafızamı ve hatıralarımı yansıtmamın bir yolu bu da. Uncle Boonmee’de kaybolan hafızaya ve yok olan bir sinema diline saygı duruşunda bulunmak istedim. Çok fazla referans da vermek istemiyorum. Zira seyirci de sadelik ve ritim konusunda kendisinde kaybolan evrensel unsurlarla ilişki kurabilir. Eğer çok fazla referans verirsem sinemadaki güzelliği ve gizemi yaşamalarına engel olurum, sinemada kendi kişisel tarihleriyle buluşmalarına engel olurum.
Bu filmde iki karakter hariç tüm oyuncularınız amatör. Jungle koşullarında profesyonel olmayan oyuncularla, bu sıra dışı doğallığı nasıl başardınız?
Genelde amatör oyuncularla çalışmayı tercih ediyorum, çünkü onlarla daha rahat ediyorum. Zira amatör oyuncular taze bir ruha sahipler, daha da önemlisi tüm zamanlarını bana ayırabiliyorlar. Böylece onlarla daha fazla vakit geçirme imkânım olabiliyor. Yani sadece sete gidip “hadi şov başlasın” değil mesele. Ancak böyle esnek olabiliyorum ve oyunculuk potansiyellerini keşfedebiliyorum ve senaryoda onların verdiği ilhama göre değişiklik yapabiliyorum.
Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives’da sadece oyuncular değil ruhları ve hayaletleriyle “jungle”ın kendisi de önemli bir rol oynuyor. Filmlerinizde sıklıkla yer verdiğiniz bir imge olarak “jungle” nasıl bir imge sizin için ve içine doğduğunuz kültürde ne manaya geliyor?
Benim için orman, ev gibidir. Ormanda dış dünyadan izole oluruz. Bazen oraya gittiğimizde farklı hayvan seslerinden korkar ya da tedirgin oluruz. Aslına bakarsanız kadim zamanlardaki evimiz ormandı; yani insanoğlu mağarada yaşarken. Dolayısıyla benim karakterlerim ölmek için eve, o eski eve geri gidiyorlar, keza Boonmee Amca da. Sinematografik olarak benim için ormanda çalışmak çok ilginç, zira orada mekân çok geniş ve keşfedecek çok şey var.
Batılı gazeteciler için “öteki” dünyadan yönetmenlere “sansür” sorusu sormak neredeyse bir gelenek gibidir. Bu mevzulara hayli aşina bir memleketten gelen biri olarak sansür hakkında konuşmak istiyorum biraz da. Sansürle meselemiz nedir, ne hakkında konuşmak istemiyoruz, neden dinleyemiyoruz, yahut sansür meselesi ülkelerimizdeki iktidarın kurulumuyla ilgili bir sorun mu?
Sansür aslında Tayland eğitim sisteminin köklerinde gizli. Çünkü bu eğitim sisteminde biz lidere itaat etmeyi öğreniriz. Ama bu madalyonun sadece bir yüzü. İnsanlar burda kalıyor ve diğer yüzünü öğrenmiyor. Yani Taylandlı olmak ne demek? Şu anda ne isek, tarihsel süreç içerisinde bu nasıl gelişti ve oluştu? Dolayısıyla bazı şeyleri, meselâ siyaseti konuşmak çok zor. Otosansür dediğimiz karşı tarafın bilmesinden sıkıntı duyacağın şeylere karşı oluşan bir şey var. Ama son yıllarda kitaplar ve internet yoluyla gençler bunu ifade etmeye başladı. Daha önce hissetmediğimiz, ama hep var olan sansürü şiddetle hissetmeye başladığımız çok ilginç bir döneme doğru gidiyoruz. Önceleri Tayland’da politik bir sinemanın varlığından söz etmek imkânsızdı. Ama son yıllarda bu alandaki örnekler giderek çoğalıyor. Baskıcı rejim giderek sorgulanmaya başlıyor. Otosansürün yanı sıra kanunlarla belirlenen sansür konuları da var. Örneğin milli güvenliği tehdit eden konularda film yapmak yasak. Ama milli güvenlik öyle kaypak bir tabir ki, bu dini konularda da, siyasi konularda film yapmanızı engelliyor. Bekleyip göreceğiz. Ümit ediyorum ki yeni kuşak, elindeki araçları daha etkin kullanarak milli güvenliği yeniden tanımlayacak ve sorgulayacak şeyler ortaya koyar. Bense filmlerimi yapmaya devam edeceğim. Ben daha çok kişisel filmler yapıyorum. Ama öyle bir zamanda yaşıyoruz ki sosyal ve siyasi konularda film yapmamak neredeyse imkânsız. Çünkü hepsi özel hayatımıza, kişisel alanımıza girdi.
Biraz da filmlerinizin hafızayla ilişkisi üzerine konuşmak istiyorum. Syndromes and a Century (2006) gibi otobiyografik filmler yaptığınız gibi, Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives’da olduğu üzere hafızanın yapısına, neyi unutup neyi hatırladığımıza, geçmişle hesaplaşma ve kendi tarihimizle yüzleşmeye dair filmler de yapıyorsunuz. Bir medya olarak sinemanın hafızayla ilişkisine dair ne düşünüyorsunuz? Hafıza, anlatıya dair ne gibi imkânlar sağlamakta?
Öncelikle şunu söylemeliyim ki ben çok unutkan bir insanım. Bu yüzden filmlerim benim için bir çeşit hatıra defteri niteliğinde, ama olayları değil hatırlamak istediğim duyguları not ettiğim bir defter. Uncle Boonmee bu anlamda belli bir periyodu yansıtması açısından güzel bir örnek; çocukluk döneminin derlendiği bir film. Biraz çocuk gözüyle yapılmış bir film belki de. Bütün oyuncuların reenkarnasyonu gibi. Hepsinin bir araya toplanması sonucu oluşmuş bir hikâye. Örneğin kız keşişe geliyor, bir diğeri keşiş oluyor. Öncesi de, sonrası da olabilir. Yani filmin kendisi bir zaman makinesi gibi çalışıyor; kendi zihnimizin zaman makinesi. Kendi öznel hafızamızda ise gerçeklik diye bir şey yoktur. Daha önce de siyasi sinema mevzuunda da bahsettiğim gibi bence bugünün dünyasında daha görünür bir şey bu. Aslında Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives benim doğup büyüdüğüm Kuzeydoğu Tayland’ı işleyen Primitive Project’in bir parçasıdır. Dolayısıyla bu benim için çok şahsi ve özel bir çalışma. Çoğu 1960 ile 1980 arasında yaşanan trajik olaylarla ilgili bir ağıt aslında. Komünizmin yıkılışı sırasında bir köy ve oranın kötü ruhlarla olan ilişkisi… Herkes unutmak istiyor ama Boonmee Amca hatırlamaya çalışıyor ve Boonmee Amca’nın şahsında ben hatırlamaya çalışıyorum ve her şeye arka plân oluşturan mekân…
Klâsik bir final sorusu olarak Türkiye sineması ve Türkiyeli yönetmenler hakkındaki görüşlerinizi sormak istiyorum ve son olarak eklemek istediklerinizi…
Kabul etmeliyim ki Türk sineması hakkında sınırlı bilgim var. Ama dünya sinemasını oldukça yakından takip etmekteyim ve şüphesiz festivallerde de Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın gibi çok güzel örneklerle karşılaşmaktayım. Türkiye tarihine ve bu filmlerin referanslarına ilişkin yeterli bilgim yok. Ama ümit ediyorum ki genç yönetmenlerin ve video sanatçılarının işleriyle yeni dünyaları keşfetmeye devam edebileceğim. Çok teşekkür ederim.
Not: Söyleşinin çeviri ve redaksiyonundaki katkılarından ötürü Münire Zeyneb Büyükcoşkun’a teşekkür ederiz.