Memleket sinemasının son yıllarının en hararetli tartışma konularından biri seyircinin ilgisini çeken popüler filmler ile sanat filmleri (derdi olan filmler) arasındaki açı meselesi. Bir yanda milyonlarca izleyici ve kazanılan onca para, diğer yanda Avrupa’nın önemli festivallerinden kazanılan ödüller ve dünyadaki sinema otoritelerinin Türk sinemasına gösterdiği ilgi. Zaman zaman oldukça ilginç bir hâl alan bu meselenin bir tarafını da orta yolu bulma iddiasındaki yönetmenler ve filmleri oluşturuyor.
İlk uzun metrajlı kurmaca filmi 40 ile Emre Şahin de orta yoldaki yönetmenlerden. Bu hafta gösterime giren film hem ticari olarak ilgi çekebilecek bir anlatı yapısına sahip hem de sinematografik açından kalburüstü bir yerde duruyor. Emre Şahin röportajlarında da yapmak istediğini kısaca tarif etmiş aslında: “Her şeyin illa sanat filmi olması, ya da illa yüzde yüz gişe filmi olması şart değil. Türkiye'de iki tarafı da idare edebilen, başka çeşit filmlerin yapılabileceğini de göstermek istiyorum.” (1)
40, içi para dolu bir çantanın ulaştığı üç ana karakter etrafında şekilleniyor. Paris’e gitme umuduyla İstanbul’a kaçak yollarla gelen bir Nijeryalı; gençliği hapishanelerde geçmiş, annesini her gün döven babasını öldürdüğü için köyünden kaçıp İstanbul’a gelen ve daha fazla para kazanma hırsıyla uyuşturucu kuryeliği yapan bir taksici; evliliğinde mutsuz, kafayı numerolojiye takmış bir hemşire… Mafyatik bir alışverişle ortaya çıkan içi para dolu çantanın bu üç karakterin hayatına girişini ve karakterlerin değişen hayatlarını, daha doğrusu para umuduyla değiştirmeye çalıştıkları hayatlarını izliyoruz. Üç karakterin ortak noktası sadece aynı çantaya sahip olmaları değil, aynı zamanda aynı şehirde, İstanbul’da yaşamaları. Emre Şahin 40 filminde dördüncü bir karakter olarak İstanbul’u oynatıyor. Fakat Şahin’in İstanbul tasviri sorunlu bir tasvir.
40, hevesli ama başarısız bir İstanbul filmi. Şahin’in filminden hüsranla ayrılmamızın sebebi yönetmenin dördüncü başrolü verdiği İstanbul’u ağır bir oryantalizme bulaması. Filmi izlerken Brezilya’nın büyük şehirlerinden birindeki getto yaşamını izliyor hissine kapılabilirsiniz. Maalesef filmin içinde Türk bayrağı ve minare görünce İstanbul hissi yakalanmış olmuyor. Hollywood’dan başka bir yönetmen gelse ve İstanbul’da film çekse, daha fazla oryantalist olamazdı. Şahin’in İstanbul’a bakışı eksantrik öğeler bulmak için çabalayan bir anaakım belgeselciden farksız. (Kendisinin de yapımcı olduğu Cities of Underworld belgesel serisinde bir de İstanbul bölümü olduğunu hatırlatalım.)
Fakat İstanbul oryantalist bir bakışla resmetmesinin dışında, yönetmenin dinamik bir anlatı yapısına sahip olduğunu teslim etmek gerek. Kendisinin de bahsettiği (2) üzere Quentin Tarantino ve Steven Soderbergh ilhamlarını görmek zor değil. Bunun yanında Ali Atay’ın film boyunca süren enerjik performansı, göçmen Nijeryalı rolündeki Ntare Guma Mbaho Mwine’ın İstanbul’daki göçmenlere dair gördüğüm en gerçekçi oyunculuğu gerçekleştirmesi takdire şayan. Sonuç olarak, Emre Şahin 40 filmiyle teknik anlamda yönetmenlik becerisini kanıtlasa da, bahsettiğim oryantalist bakıştan kurtulması gerekiyor. Eğer Fatih Akın’la birlikte anılmak istiyorsa, Akın’ın Duvara Karşı (Gegen die Wand, 2004) filmine bakabilir ve filmde işlenen Almanya’daki Türkler meselesinde yönetmenin her türlü klişeyi nasıl dağıttığını görebilir.