Hayatın döngüleri vardır, zamanın kıvrımları. “Niçin film seyrediyoruz” sorusu da başa sarmak için uğraştığım film rulosunu boşaltmaya benziyor benim için. Yani çocukluğuma kadar geri giden tersine bir akışı soruyorsunuz bana. Takdir edersiniz ki benim yaşlarımda birisi için apaçık gerilimdir bu. Bir de uzun yıllar “suret” ve “malayani” hakkındaki fıkhi soruları göğsünde patlatmış bir kadın yazar olarak elbette kolay değildir böyle niçin film seyrediyorsunuz sorusunun cevabı. 1999’a kadar gazetelerdeki köşe yazılarımızın yanına resmimiz bile konmazdı bizlerin. Fitneye sebep olmamak için. Şimdi bu kadar zorlu bir cendereden sonra, sinema filmi ile ilgili kendi üzerimizden bir şeyler yazmak, ergenlik günlerimizin kaprisli utangaç halet-i ruhiyesini çağırtıyor biraz da… Sanki psikiyatri odasında, tüm sorularını cevaplamak zorunda kalacağınız doktorun karşısında yeniden üşüyormuşsunuz gibi hava estiriyor sorunuz. Analitik psikiyatrinin hemen her davranışı, şu meşhur “çocukluk çağı travması” kültüyle açıklama girişimine bunca dudak büküşten sonra… Sorunuz beni Kaptan Kirk’ün Atılgan adlı Uzay Gemisi’nde, her seferinde farklı bir yıldıza ışınlanan mürettebatının benzeri bir şekilde çocukluğuma fırlatıyor…
İlk filmsel döngümü pek çok çocuk gibi ben de annemin seçkileri üzerinden tecrübe ettim. Üsküdar Sunar sinemasında kız kardeşimle seyrettiğimiz Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesi’nde adlı filmin karşısında, ev ödevini huzurla yapan uysal ev çocuklarıydık o vakitler. Filmde geçen meşum bir kelime vardı; ‘’imparatoriçe’’. Ve bu meşum kelimeyi 5-6 yaşlarındayken çok da kolay söyleyemiyorduk maalesef. Babam bir kolayını bulmuştu, kelimeyi hecelere ayırıp ezberleyebileceğimizi söylemişti o vakitler: im-pa-ra-to-ri-çe… Evin içinde heceleyerek dolanıyorduk kız kardeşimle. Uykuda sayıklama huyum vardır, hele yüksek ateş altındayken. Ateşim her çıktığında Ayşecik’in cüce arkadaşları etrafımı sarardı o günlerde, hayal meyal, uyku uyanıklık arası başıma üşüşen bu küçük adamlar bana hatasız bir şekilde “imparatoriçe” dedirtmeye çalışır, başaramadıkça üzerime üzerime eğilirlerdi… En son ilk bebeğimi dünyaya getirdiğim sıralarda lohusalık günlerimde (24 yaşımdaydım) tutulduğum ateş nöbetleri esnasında işte bu kelimeyi sayıkladığımı hatırlıyorum: “im-pa-ra-to-ri-çe”… Şeytan kulağına kurşun! 20 yıldır benden uzaklar. Bu yıl New York’ta seyrettiğim Oz Büyücüsü de benzeri etki yaptı. Allahtan antidepresan ve migren haplarıyla dolu bir çantam var, hafif bir baş ağrısıyla atlattım. Kötülerin hep çok çirkin, iyilerinse hep çok güzel olduğu bu filmlerdeki gizli ırkçılık, çocuksulaştırılmış seçkincilik, örtbas edilmiş nefret, beni cidden örselemiş…
Babamın seyretmemiz için seçtiği filmler de vardı elbet, Pal Sokağı Çocukları gibi; siyah beyazdı bunlar, annem hep politik bulmuştur bu seçkiyi, itiraz etmiştir çoğu kez. Ama ben daha çok film arasında gösterilen Ay’daki ilk insan fragmanlarını hatırlıyorum. Kardeşimin arabasında uyuyakalmış bile olsam babam beni kucaklar, Neil Armstrong’un Ay yüzeyindeki adımlarının gösterildiği o kısa film arasını seyrettirirdi. “Bak görüyor musun, burası Ay…” Bu yaz oğlumla Washington’daki Uzay Müzesi’nde ilkokul çocuklarının arasına karışarak seyrettiğim ilk uzay aracı, Armstrong’a ve Gagarin’e ait uzay giysileri, uzay dürbünleri arasındaki altüst oluşum, seyrettiğim eski filmlerin, içimde gizli gizli halen dönmekte olduğunu söylüyordu… Emperyalizmin sadece güç ve erk tutkusu üzerinden açıklanamayacağını düşünüyorum birkaç zamandır. Daha derinlerdeki yalın itkinin, “meraka” dair kıvamını keşfedeliyse, çok olmuyor. Merak’ı açgözlülüğe yakın bir yerde tutuyorum gerçi halen. Ama “ilk ağaçla” ilgili en baştaki serüven olmasaydı, dünya diye bir yer de olmazdı, gençlere küçük bir düşünce kıtırı atmak gerekirse. Ha işte bu gevrek kıtırla, sinema arasındaki bağlamı “merak” üzerinden kurmak; politik bir yozlaşma, kapitale teslim olmak ezberinden tenkide de uğrayabilir. Lakin biz o sınavla ilgili elekleri duvara asmış bir yaş grubundan olduğumuz için vicdanen rahatız, diyelim.
Bilim kurgu, benim için halen ilk sıradadır. Yıldız Savaşları’nın çekildiği günlerde Çanakkale’de ilkokul öğrencisiydik, Başarı adlı bir çocuk dergisini okurduk, Başarı film setinden haberler geçer, filmin oyuncularıyla kısa röportajlar yayımlardı, kız kardeşimle hiç seyredemeyeceğimizi düşünerek üzüldüğümüzden filmle ilgili resimleri kesip, kitaplığımıza yapıştırırdık. O günlerde Küçük Ev dizisi ve Laura Engals da takip ettiğimiz filmlerdendi, Laura’nın giysi dolabımızdaki posterini de Milliyet Çocuk Dergisi yayımlamıştı… Ben Yıldız Savaşları’nı 2009 yılında seyrettim, çocuklarım sürpriz yapıp DVD’sini bulmuşlar… Çok sevdiğim kişileri ardı ardına kaybettiğim bir yazdı, migren nebulasında sürüklenirken, çocuklarımın beni o kuyudan bir nebze de olsun çıkabilmem için buldukları bir teselliydi Yıldız Savaşları… Ne diyeyim? Büyük film, kısa teselli… Böylece sinema hakkındaki yazımda “meraktan” sonra ikinci anahtar kelimeyi de deşifre etmiş oldum; “teselli”…
Çocukluk çağından sonra insan evini değiştirdiğinde, farklı film seçkileriyle de karşılaşıyor. Fransızcayla İngilizcenin karşılaşması gibi oldu aslında bu deneyim benim için. Hollywood yapımlarını siyasal sebeplerle kültür emperyalizmi üzerinden eleştiren bir dilin film seçkileri arasında ağırlıklı yer tutan Fransız filmleri ve tumturaklı “melo” saplantısı, açık söyleyeyim ki beni kendi filmografim hakkında yeterince utandıramadı. “Aaa… Örümcek Adam mı seyrediyorsun?” “Aaa… Tarantino denen iblis mi?” “Ama Fransız sineması… Ama İran sineması… Ama büyülü gerçekçilik…” Yok işte… Ben böyleyim…
Beyazperdenin ardındaki duvara ve duvarın ardına doğru gider, tüm film boyu göz… Sağa sola kaydığında bile kamera, hep ileri, öteye gider. Kameranın en büyük açmazıdır, geriye ve içeri dönememek… Ama nasıl bir sihri varsa film akışının, içeri ve geri dönüşler kısmını size tamamlatır. Yeni bir hayatı, sanki sizinmişçesine anlatmak üzere sizi kendi içine davet eder her perde… Uyanıkken görülen bir rüya gibidir sinema benim için… Gerçekle hayal arasına gerilmiş perdenin üzerine düşen her görüntü karesi, sizi kendi gerçeklik anınızdan, geniş ve hatta sınırsız mümkünler dünyasına çeker, davet eder… Gerçek olmayan gerçektir film. Veya gerçekle mümkün arasındaki berzah…
Hayatım mesleğim gereği ağır travmatik olaylara şahit olmakla geçiyor. Bombardıman altındaki şehirler, yakılıp yıkılmış köyler, esir kampları, açlıktan ölen çocuklar, susuzluktan kavrulmuş coğrafyalar, grevler, eylem çadırları, deprem, sel felaketiyle altüst olmuş ülkeler, diktatörlere isyan eden halklar, pankartlar, sloganlar, tutuklamalar, idamlar, göç, sürekli bağırarak konuşan insanlar…
En son Çin dönüşü, uçakta Hobbit 1 ve Hobbit 2’yi seyrettim.
Doğu Türkistan’da dokuz Uygur’un idam kararı kesinleşmişti, Çin’le müzakere ettiğimiz Patriot anlaşmasının geleceği ne olacaktı, Kültür ve Din ataşelerimiz niçin halen atanmamıştı, devasa nüfusuyla müthiş bir pazar olan Çin’de karşı devrim sonrası hayat ve kapitalizm ilişkisi ne âlemdeydi… Ben tüm bu sorular hakkında izlemek, tartmak ve yazmak zorundaydım… Sadece dokuz saatlik bir uçuş süresi vardı, herkes uyurken yazılarımı tamamlamak için sadece dokuz saat. Başımın şiddetli ağrısını kesmek adına, kısa süreliğine de olsa, kaçmam, durulmam, kopmam, unutmam gerekiyordu… Bu yüzden Hobbit’ler, bu yüzden ejderhalar, bu yüzden uzay gemileri, bu yüzden Neverland’ler, bu yüzden içimdeki kırılgan çocuk…
Sinema, olmayan ülkeydi benim için… Ay’a seyahat gibi… Kimsenin henüz ölmediği, kimsenin henüz bırakıp gitmediği, hiçbir ayrılığın, hiçbir vedanın, hiçbir kaybedişin henüz gerçekleşmediği bir çocukluk yazı… Güneş açık, dallarda kiraz, anneannem kahvaltı hazır diyor serin taşlıktan. İşte film başlıyor…