“Ve bu dünyanın, imgelem ve vizyon dünyası olduğunu biliyorum. Bu dünyada resmini yaptığım her şeyi görüyorum, ancak herkes aynı şeyi göremez. Bir insan neyse onu görür.”
William Blake
Bizim dünyamız paramparçadır, Bedri Rahmi’nin dediği gibi: “Büyük bir ayna kırılmış / Kırılıp yere dökülmüş / Kâinat içine düşmüş / Düşmüş amma paramparça.” Algıladığımız dünya, bilinemez bir gerçekliğin zihnin mimarisi içinde kırılmasından ibarettir bir başka deyişiyle (C. Lévi-Strauss). Aynanın bütün halini görmek için, çabalar dururuz ömrümüz boyunca. Yani, Poe’nun dilinden söylersek, bir düşün içinde bir düş belki bütün gördüğümüz.
Rilke görünümlerin tini olduğuna inanıyordu. Gerçeğin ve evrenin özünü taşıyan bu görünümler, sinemada görüntülere dönüşür. Tarkovski’ye göre görüntü, maddi dünyanın üstüne inşa olunur ama dünya bulmacalarla dolu olduğuna göre, onun görüntüsü de bulmacalarla doludur. “Görüntü; işte bizim, kör gözlerimizle bakmamıza izin verilen hakikatten bir izlenim...” der bu yüzden Tarkovski.
“Öyküyüz biz, öyküler anlatan, başka hiç.” diye seslenir Portekizli bir şair. Yüz yıl kadar öncesinde, “Biz bir hiçiz, aradığımızsa her şey.” demiştir Hölderlin. Rüyası ömrümüzün filmlere de sinmiştir. Ve şudur film seyrederken halimiz: Öyküyüz biz, öyküler dinleyen, başka hiç. Aradığımızsa, yine, her şey.
“Hafıza, her şeyin temelidir” der Akira Kurosawa, “yaratmak, hatırlamaktır.” Lale Müldür’ün aktarışıyla, “Var olan eskidendir; ve olacak olan eskiden olmuştur; ve insan geçmiş olanı yine arıyor.” İnsan, Mircea Eliade’ye göre, her şeyden kurtulabilse bile, kozmostaki konumunun bilincine vardığında oluşan ilk güdülerinin hâlâ etkisindedir ve sanat, bir tür cennet özlemi olarak da varlık göstermektedir. Hatırlamak için film seyrediyoruz.
Yıllar yıllar önce Fransız yönetmen Andre Techine’nin dört kelimelik bir cümlesini not etmiştim: “İnsan hep yitirdiğini arıyor.” Öyle… Leo Tolstoy’un torunu bir röportajda anlatıyor: Annesini çok küçük yaşlarda kaybeden Tolstoy, sinemanın ilk çıktığı yıllarda, yüzünü hatırlayamadığı annesinin görüntüsünü saklayabilmiş olsa ne müthiş olacağını düşünmüş. Biz de benzer bir haldeyiz. Kaybettiğimiz bir yüzü bulabilmek için film seyrediyoruz.
“Her kitapta kendimizi okuruz.” diyor Cemil Meriç; “Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz. Kelime âdem…” Âdem aracılığıyla, bunu şu sözle birleştirelim: “İnsan küçük bir âlemdir, âlem büyük bir insandır.” Filmler de tıpkı kitaptaki kelimeler gibi, bir buluşma mekânıdır. Böylece insan, kendinden yola çıkıp tüm âlemi dolaşabilir. Her şey içten görünür. Erol Akyavaş, Mevlana’dandır diyor: “İçindeki içinde saklıdır.” R. M. Rilke’nin “Yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak” sözüyle yan yana koyuyorum bunu. Kendimizi seyretmek için film seyrederiz. Kendi özümüzü, zaten o olduğumuz şeyi keşfetmek için. Yunus Emre’ye inanıyoruz: “Neye kim bakarsan ol yüzündür / Kime ne sanursan kendözündür.” Sinema kendin bilmektir.
“Kendi”, Georges Bataille’a göre, dünyadan soyutlanan bir özne değildir, aksine nesne ve öznenin kaynaştığı bir iletişim alanıdır. “Bir çakıl taşına bakmakla biz biraz kendi dışımıza çıkmış ve varıp sessizce onun varlığına sızmış olmuyor muyduk? Ya da, herhangi bir nesne, bizim gözlerimizle algılanmakla biraz da bize dönüşmüş olmuyor muydu?” diye sorar Hasan Ali Toptaş. Henri Bergson ise şunları söyler: “Dünyayı dolduran madde ve hayat aynı zamanda bizde bulunuyorlar; bütün varlıklarda kımıldanan kuvvetlerin biz de varlıklarını hissediyoruz; varolan ve meydana gelmekte olan her şeyin ta içindeki öz ne olursa olsun, biz de ondanız.” Söylenenleri doğru anladıysak, film seyrederken biz de filme dönüşmüyor muyuz biraz? Ya da biz filme bakarken, film de bize bakmaz mı gerçekten? Haydar Ergülen’in dediği gibi belki de, “Sen rüyayı gördüğünü sanırsın, oysa rüya seni görmeye gelir.” Bu durumda, film/rüya, bizde ne görmeye gelmiş, öğrenmek için seyrederiz.
Martin Heidegger’e göre “Sanatın özü, şiir yazmadır ama şiir yazmanın özü hakikatin tesisidir.” Kandinsky için ise sanatın özü, “bütünü” ahenkle düzenlemektir. Peki, sanat, şiir ve bütünlükle ilgili Can Yücel ne demiş, bir de ona kulak verelim: “Şiir, evrenin içinde büyük seslerin molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğü, bu bütünlüğün müziğidir. Şairin görevi bu musikiyi kurmaktır. Kozmozdan aşağı şiir yazılmaz. Üst tarafı minördür... Harika o ki, insanlar kendi adlarına değil, kâinat adına yazarlar. Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır.” Sinemanın asıl muradı böylesi bir şiire ve müziğe dönüşmektir ve bazı filmler dönüşür. İsmet Özel, şiirin, insanın kâinattaki yeriyle doğrudan bir alakası olduğunu düşünmüştür. Ona göre şiiri biz, yerimizi tespit ümidiyle okuruz. O halde biraz da, kâinattaki yerimizin tespiti için film seyrederiz.
İnsanın sınırları olan bir varlık olduğunu belirten İoanna Kuçuradi’ye göre ise, insanın “bütünü” anlamaya imkânı yoktur ama “bütünü” kendine dert edinen tek varlıktır insanoğlu. Eğer bu imkân bize verilmediyse, Stanislaw Lem’in Solaris gezegenini araştıran bilim adamı Kelvin gibiyizdir: Kavramakta çaresiz. Peki, bir daha soralım. Neden film seyrediyoruz… Ne biliyoruz ki biz gerçekten? “Gerçek, bir düşün -veya bir kelebek düşünün- bitip bitmediğinden emin olamamakla mühürlü ve sınırlıdır.” demiştim, bir zamanlar. Şimdi de Robert Bresson’dan esin aldığım şu cümleyi kurayım: Önce yapıyoruz, sonra ne yaptığımızı anlıyoruz ve ardından, ne yaptığımızı anlamadığımızı anlıyoruz; böyle yaşayacağız. Her şey, yeniden ve yeniden yorumlanmaya meyilli. Öyleyse, “daha iyi yenilmek” için de film seyrediyoruz.
Bergson, bildiğimiz anlamda film seyretmenin de ötesinde, duyumlarımızın, insan bedenine ışığın bir perdeye yansıdığı gibi yansıdığını söylemiştir: “…dışımdaki eşyanın, bir ışık kaynağının bir perdeye gönderdiği ışık gibi, vücuduma gönderdiği duyumlar vücudumda aksederek tekrar dış eşya üzerine dönmekte ve vücudumda duygulu hale gelen bu duyumlar, tekrar kendilerini gönderen hayallere dönünce, onların çevresini aydınlatmakta ve bende eşyanın tam ve açık şuurunu meydana getirmektedir. Böylece vücudum, kendisini çeviren dış hayallerin ortasında onlardan aldığı duyumları yine onlara iade eden, nakledici bir merkez vazifesini görmektedir.” Dahası, “algının algılanan nesneyle fiilen değil, teorik olarak çakıştığını” iddia eder Bergson. Ona göre, algı ile bellek arasında yalnızca basit bir derece farkı vardır. Algı ve anı daima birbirlerine nüfuz ederler. Kendi tözlerindeki bir şeyler daima değiş tokuş halindedir. Beden, uzay içinde yer değiştirdikçe, tüm diğer imgeler de değişir. Bu durumda, hayat, gözümüzün önünden her an bir film şeridi gibi geçmektedir denebilir. Elbette, önümüzdeki bu film, saf anı ile saf algının birbirinden ayrılamadığı hayli müphem bir filmdir. Tüm bunların ışığında, sinema filmi, bedenin perdesine yansıyan hayat filminin bir tür yorumu olarak görülebilir. Ve bu yorum, bir döngü içinde, onu seyreden bedenlere -zihnin mimarisi içinde bir kez daha kırılarak- yeniden akseder.
Film seyretmek, bir bakıma, Yedinci Mühür’ün (Bergman, 1957) şövalyesinin yaptığı gibi, ölüm meleğini satranç oynamaya davet etmektir. Bu aynı zamanda, Tarkovski’nin sözünü ettiği, sanatın insanı ölüme hazırlama işlevinin yerine getirilmesidir. Hatta belki, Bela Tarr’ın Werckmeister Harmonies (2000) filmini seyredecek olsak, açılış sekansında söylendiği gibi, şöyle bir noktaya ulaşılabilir: “Ölümsüzlüğü dahi anlayabileceğiz.”
Neden film seyrediyoruz? Neden film seyrettiğimizi anlamak için!.. Ken Russell’ın, Mahler (1974) adlı filmini, ne anlattığını kavrayamayacak kadar küçük bir yaşta seyretmiştim. Nasıl konumlandıracağımı bilemediğim bir-iki imgeyi saymazsak, on yıllardır zihnimde taşıdığım ve çok uzun süre kafamı kurcalayan tek bir söz kaldı filmden. Şöyle diyordu Mahler: “İçimdeki potansiyeli ortaya çıkarıyorum. Verileni keşfediyorum. Görebileceğimi görüyorum, başka bir şey değil.”