Sorsalar gitmek istemeyeceğimiz, modern dünyanın metropollerine düşünce de kendimizi kıyıcı bir yaşamın içinde bulduğumuz, bu buluşma anında yitirdiğimiz, yitirmemek için var gücümüzle dengesizlik yaptığımız ve yine kendisine ulaşmaya çalıştığımız denge…
Film seyrederken sıklıkla psikanalist Adam Phillips gelir aklıma. “Dengeni kaybetmektense onu korumanın daha tehlikeli olduğu durumlar vardır.” der Phillips. Ben bu dengeyi bulma ile koruma anına denk gelen yeri arıyorum.
Dengeli olmak, onu kaybetmekten daha zor ise dengesizleşme isteğini küçümsemeyelim diyerek, izleyiciyi ihtar eden filmleri yakalamaya çalışıyorum. Arıyorum!
Dil ve dilin inşa etmekte başarılı olduğu her şeyi sinemada da bulmayı ümit ediyorum. Bir söylemin fotoğrafı nasıl çekilmiş, topoğrafyası nasıl çıkarılıp, izi sürülmüş, dilin anlam ve hakimiyetini kamera nasıl bir biçimde vermiş? Bütün bu sorulara cevap bulmak için film seyrediyorum.
Balansı (balance) bozuk halde ilerleyen insanın asıl içinden geçen, söyleyemediği şey’leri, yutkunmalarını, çabalama ve bocalama halini görmek istiyorum seyrettiğim filmde.
Bu bağlamda psikolojik olarak bakıyorum -ki bakmamak mümkün değil- kişinin aşırılıklarını neyle törpülediğine dikkat kesiliyorum. Günahkâr dediğimiz, kafadan sakat dediğimiz, öfke kontrolünü yitirmiş dediğimiz tipleri yakalamak ve görmek istiyorum.
Hastalıklı zamanları ve uğraşları olan, işte tam da burada devreye giren dürtülerin neler olduğunu anlamlandırmaya çalışıyorum. Bunların bilimsel isimlerinin dışında, hayat içinde neye denk düştüğünü gözlemliyorum.
Seyrettiğiniz filmde, insanın kendi içinde tıpkı duvara benzer özgüveninin, aslında nerelerde ve nasıl yara aldığını, çarptığı, tosladığı duvarların neye benzediğini tarif edebilmesini istiyorum. (Duvarın duvara çarpma hali oldukça şiddetli. Bu kimi zaman şizofrenik bir hal de!)
Aşırı reaksiyon vermenin ne kadar ölümcül bir hale geldiğini, karakterlerin -yani insanın- kendi ya da bir başkasının hayatını nasıl boğduğunu gözlemleyip, ardından o boğulmadan sızan yaşamı seyrediyorum.
Örneğin, Suç ve Ceza filmi. İlk kabuğu kötücül bir roman gibi gözükür. Oysa ilerledikçe çelişkiler yumağına dönen insanı bize gösterir.
Suç ve Ceza, uyarlamaları başarısız olmuş olsa da farklı farklı filmlerde Raskolnikov ruhu kendini gösterebildi.
Robert Bresson’un Yankesici (Pickpocket, 1959) filmi, bu ruhun ilk örneğidir diyebiliriz. Devamında ise Tarkovski, bunun en başarılı ve istikrarlı ismi. Tarkovski, Budala’yı uyarlayamadığı için ah etmiş olsa da, bütünde filmlerine sinen Dostoyevski ruhunun ta kendisidir!
Acının o can yakan halinin uyuşmadan hemen sonraki arındırmaya evrilen halini, Sabahattin Ali’nin tabiriyle “yerini bulamamanın azabıyla” yanıp tutuşan insandan, bir türlü olduramadıklarından duyduğu çaresizliği hissetmek için film seyrediyorum.
Film izlemenin psikolojik bir vak’a misali ya da rüya tabiri gibi bir damarı da var benim için. İnsanoğlunun gördüğü rüyayı açık etmese de, içten içe yorumlamak zorunluluğu gibi bir tasavvuf örgüsü de mevcut.
İnsanın, dışa vurmaktan imtina ettiği “an” parçacıklarını filmlerin bütün halinde görmeye çalışıyorum. Keza, tosladığı duvarın aslında ne olduğunu, ne anlama geldiğini tabir edebilsin yeter ki, tıpkı bir rüya gibi!
Bütün dini ritüelleri kenara bırakıp yaradanıyla konuşmaya, izah etmeye çalışan tipolojileri kestiriyorum gözüme mesela. Nasıl bir manevra ortaya koyacak diye pür dikkat kesiliyorum. Orta yol mu bulmaya çalışıyor? Bütün bu olan biteni “böyle dedin değil mi?” diyerek onay almaya mı çalışıyor? Yoksa, O’nun her şeyi anladığını, olası “ben bunu yuttururum” diye iç geçirdiği anda nakavt olarak bu yutturmayla yüz göz olduğunu mu anlatıyor?
İnsanın günahkâr olan yanlarını, onların ifadesini hayat nasıl alıyor? Ben bunun peşindeyim. Bütün bu yaşadıkları şeyler karşısında insan kaç kat? İçinde kaç tane daha kendisinden var? Onu yaradanı kandırmanın aslında kendisini kandırmak olduğunu biliyor mu, farkında mı?
Neredeyse bütün dini ritüellerde, imtihan edilmediğin hiçbir şey hakkında ağzını açmaman gerektiğinden bahsediyor aslında. “Allah insanı iddiasından vurur.”, “Yarayla alay eder, yaralanmamış olan.”
Yalnız da olsa, kaybetmiş de olsa “sağlam” olma hali. Olmuyorsan kaderin seni evirip çevirip, ateşte pişirerek sağlamlaştırdığı filmlerin izindeyim.
"Ben insanım, kulum, faniyim hatalarla örülü bir düzeneğim. Bu yüzdendir dengesizim, bu yüzden hata ediyorum ama sınanmadığım şeyler konusunda ahkâm kesmemem gerektiğini burnum sürte sürte öğreniyorum. İnsan olmak bir “olma biçimi” bu yüzden, bünye her izahı kabul etmiyor… Bu olmadıysa, diğeri!"
Ben bu durumun izahını filmlerde bulmaya, görmeye, gözlemlemeye çalışıyorum. Evet, kabul ediyorum zor!