Başka bir dünyanın mümkün olup olmadığı, yüzyıllardır filozoflar ve yazarların en sevdiği, irdelemekten hoşlandıkları bir soru olagelmiştir. Bu soru sinemada da defalarca farklı açılardan değerlendirilir ve bu değerlendirmeler ekseriyetle bilimkurgu türünde ifade bulur. Bu filmler dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini kabul eder ve ancak bir çeşit küçük (ya da büyük) kıyametle insanların “istikameti” tekrar bulabileceğini ima eder.
2018 yapımı Yok Oluş (Annihilation) da böyle küçük bir kıyameti konu edinen ve anlattığı hikâye itibariyle ismini tartışmaya açan bir film. Yok Oluş’taki olay örgüsü dünyaya bir meteorun çarpmasıyla başlar. Bu Lars von Trier’in Melankoli’siyle (Melancholia, 2011) karşılaştırıldığında gerçekten çok daha küçük bir kıyamettir ama bu çok da büyük olmayan göktaşının getirdiği değişiklik dünyadaki hayatın yapısını radikal bir şekilde değiştirecektir. Batıdaki inanışların birine göre dünyadaki hayat tam da böyle, uzaydan gelen bir meteorun taşıdığı ilk canlı organizmayla başlamıştır. Meteorun bu sefer getirdiği yeni bir varlık değil, dünyadaki hayatın şeklini değiştirecek yeni bir “programdır”. Ex Machina’da (2014) makinelerin nasıl bir “yeni hayat” sunabileceğini gösteren yönetmen Alex Garland, bu sefer Jeff VanderMeer’in aynı adlı romanından uyarladığı senaryosuyla doğanın kendisinin nasıl bir “yeni hayata” evrilebileceğini konu edinir. (Nagihan Haliloğlu)
(Yazının tamamını Hayal Perdesi’nin 65. sayısında okuyabilirsiniz.)