Otuzuncu İstanbul Film Festivali’nde yönetmen ve senarist Tayfun Pirselimoğlu’na En İyi Film (Altın Lale) ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazandıran Saç filmi nihayet gösterime girdi. Kısa filmografisine rağmen Türkiye sinemasında anlamlı bir yer edinen Tayfun Pirselimoğlu, Rıza (2006) ve Pus’un (2009) ardından Saç ile“Ölüm ve Vicdan Üçlemesi”ni tamamlamış oldu. İstanbul’un yoksullarının, kaybolmuşlarının kesif bir karamsarlık içinde anlatıldığı üçlemeyi daha iyi okuyabilmek açısından yönetmenle bir röportaj gerçekleştirdik. Pirselimoğlu üçlemede yaratılan İstanbul siluetini, kentin içinde yaşayıp yanımızda olduğu halde görülmeyenleri, ölümle ve vicdanla boğuşanları anlattı.
Rıza, Pus ve Saç ile ölüm ve vicdan üçlemeniz tamamlanmış oldu. Hepsinde İstanbul’da yaşayan yoksulların, kaybolmuşların hikâyesi var. Bu üçlemede nasıl bir dünya ile karşılaşıyoruz?
Üçlemenin oturduğu ana tema dediğiniz gibi ölüm ve vicdan. Daha fazla ortak noktaları da var, filmlerin hepsi İstanbul’da geçiyor. Can alıcı bir diğer ortak özellikse İstanbul’da normal hayatın içine dalamayan insanların hikâyesi olması. Sokakta yanından geçip giderken fark etmeyeceğiniz insanlar. Fakat aralarındaki ayrım şöyle olabilir. Rıza İstanbul’a çok kısa süreliğine gelip burada tıkılıp kalan bir kamyon şoförünün, nispeten İstanbul’un ortasında geçen hikâyesiydi. Pus, şehrin periferisinde yaşayıp merkeze ancak aradaki otobandan bakabilen bir çocuğun hikâyesiydi. Saç ise İstanbul’un içinden, Beyoğlu, Tarlabaşı’ndan başlayan bir hikâye. Ortak nokta, bu sistemin dışında, duvarın arkasında kalmış, duvarı hiç aşamayacakların hikâyesi olması.
Filmin ışığını neyin çaktığını merak ediyorum. Tarlabaşı görüntüsü mü, AVM’de temizlikçi olarak çalışan bir kadın mı yoksa bir perukçu dükkânı mı?
İlk başta, saç ile alakalı bir hikâye yazmak vardı aklımda. Saçın şöyle tuhaf bir özelliği var: Birine ait kişisel bir şeyi alıp başkasına takıyorsunuz. Hiç tanımadığınız birine geçiyor; bu seyahat çok enteresan. İkincisi saçın kendisi tuhaf bir konu bizim toplumumuzda ve doğu toplumlarında. Bir yanıyla çok pornografik, bir yanıyla kutsiyet atfediliyor. İncecik bir saç teline bu kadar önem atfedilmesi etkiliyor insanı. Bu meseleyle ilgili bir hikâye yazmak, film çekmek vardı kafamda, ama saç fikrinden sonra asıl başladığı nokta perukçulardı. Tarlabaşı’nda, İstanbul’un çeşitli yerlerinde lokalize olmuş birçok perukçu var. Filmi çektiğim yerde peruk satan adam gerçekten de orada yaşıyor. Ben de kafamda öyle kurgulamıştım, ama peruk sattığı yerde yaşayan adamı gördüğümde çok etkilendim.
Perukçuda ve perukçunun yaşadığı yerde mi yaptınız çekimleri?
Evet.
AVM’de çalışan bir temizlikçi kadını, Tarlabaşı’nda peruk satan bir adamı ve hastanede morgda çalışan bir adamı birleştiren ne oldu?
Onların isimlerinden başlayarak kazınması gereken noktalar var. Peruk satan Hamdi, durumuna pek şükreden birisi değil. Bir şekilde tevekkül hali var ama çaresizlikten gelen bir şey bence. Meryem’in bir masumiyeti var ve sonunda en masum kalan da bence o. Musa’nın ise, yani Meryem’in kocası, 800-1000 yıl yaşadığı söylenen Musa peygamber gibi bir ölümsüzlüğü var. Bunun yanında, şehrin göbeğinde yoksul bir hayatı yaşayan bir perukçu ile aynı yoksulluğu yaşayan ama zengin bir yerde, asla kendisine ait olmayan bir hayatın içerisinde bir yerde temizlikçilik yapan bir kadın ve hayatla ölüm arasındaki en ilginç noktada, ölü yıkayıcısı olarak çalışan bir adam. Bütün bunların toplamından bence enteresan bir ilişki çıkıyor.
Pus’ta çevreyi anlatırken, Saç’ta merkeze kaymışsınız. Bu bilinçli bir hareket miydi, yoksa karakterler mi sizi sürükledi?
Bu sefer şehrin göbeğindeki yalnızlığı, iletişimsizliği, hayatla ilişkiyi anlatmak istedim. Hayatla ilişki kurma biçiminin yoksullar için şehrin her tarafında aynı olduğuna işaret ediyor. Genel bir toplumsal sıkıntının merkezden çevreye doğru aynı şekilde tezahür ettiğini göstermek istedim.
Filmin başında başkarakterin öleceğini öğreniyoruz fakat alışılmış bir tarzda, dramatik bir şekilde öğrenmiyoruz. Asıl drama Brezilya’ya gitme kararıyla ve kadına âşık olmasıyla başlıyor. Üç filmi birlikte düşünürsek, ölümün yeri nerededir? Filmi ölümle başlatmak ne anlama geliyor?
Ölümün herkesin meselesi olduğunu düşünüyorum. Cevabını asla bilemeyeceğimiz ama sormadan da edemeyeceğimiz bir problem. Sürekli beynimi tırmalayan bir sorun bu. Ölümle kurduğum ilişki asla bir korku ilişkisi değil, ne olduğunu anlama ilişkisi. Rıza’da bir başkasını öldürerek, vicdan muhasebesiyle kendini sıkıntının içerisinde bulan bir kamyon şoförünü anlatıyordum. Pus ise daha derinden bakılması gereken bir film. Orada intihar eden, hem kendini hem de bir başkasını öldüren birinin hikâyesi var. Kasabın hikâyesi olarak okunması gereken bir film Pus. Saç’ta ise öleceğini bilen ve sonra birini öldüren bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Bütün bu ölümlerin ortak noktası bizim çok huzursuz olmamız, hayatımızın getirdiği, bıraktığı yerde büyük bir huzursuzluk çekmemiz. Bunun bir şekilde ölümle ilişkisi olduğuna inanıyorum.
Filminiz Kutluğ Ataman’ın Peruk Takan Kadınlar (2000)’ının neresinde duruyor? İkisinde de bir Türkiye portresi var. Sizce akrabalıkları var mıdır?
Bu film peruk takandan çok peruk satan bir adamın hikâyesi; birine peruk satma ile ilgili. Fakat peruk takanların ortak bir aileden olmasının birkaç nedeni var. Bir tanesi okullarına başörtüsü nedeniyle giremeyen kızların sıkıntısı var, ayrıca saçlarını kanserden dolayı kaybedenlerin sıkıntısı var. Bir de gecenin on birinde çekim yaparken gelip peruk satın alan travestiler var. Her halükarda hep sıkıntıyla ilişkilendirilecek bir şey. Bir insan neden bir başkasının saçını takmak istesin? Onu zorlayan ortak nedenler böyle bir noktada durur ve dediğiniz gibi bir ailenin bireyleri yapabilir.
Filmin başında peruk almaya gelen başörtülü bir kadın görüyoruz. Orada, sizin diğer filmlerinize nazaran karakterlerin toplumla daha fazla ilişki kuracağını düşünmüştüm. Ancak, yine psikolojik gerilimler üzerinden ilerledi film. Neden filmin başında böyle bir giriş yaptınız ve sonrasında başka bir yola saptınız?
Ama bunların oturduğu yer tam da toplumsal ıstırabın yansıması. Hayata dâhil olamamak tamamen politik bir durumun tezahürü… Çok aleni işaret edilen şeye itibar etmiyorum. En baştaki başörtülü kız bu ıstıraplardan biri; göze çarpıyor. Rıza’nın sıkıntısı da, kasabın endişesi de, perukçunun ızdırabı da bu toplumun içindeki hikâyelerden dolayı böyle.
Tansiyonu yükselen sahnelerin birinde kadın adamın evine gelir, kendi saçından yapılmış peruğu fark eder, sanki affettiğini, anladığını düşünürüz. Ancak sonra sinirle çıkarıp gider. Bana son umut kırıntısını da yıkmışsınız ya da ana akım sinemadaki anlayıp affetme temasıyla dalga geçmişsiniz gibi geldi. Bu sahneyi biraz anlatır mısınız?
O sahneyi anlatmayayım ama genel olarak şunu anlatayım. Adamın ve kadının yaşadıklarına bakarsak, amacını elde etmek için bir başkasını öldürmeyi göze almış bir adamın hikâyesi var. Onun karşısındaki kadının ise aczi, kendisi için bunu yapmış olmasını anlayıp bunu kabul etmekte güçlük çeken kadının durumu var. En sonunda kadın kabul ediyor ama bu öyle bir imkânsız hal ki asla bir araya gelemiyorlar. Mutlu sonlara dediğiniz gibi ben de inanan biri değilim. Hiçbir hikâye orada bitmez. Daha doğrusu hikâyelerin bittiği yerde daha söylenecekler vardır diye düşünüyorum.
Filmdeki gibi mutlu sonu engelleyeni öldürsek, yine de mutlu olamayacak mıyız, hayaleti hep peşimizde mi olacak?
O şekilde okumak ne kadar doğru bilemem ama bizim çözüm diye bulduğumuz şeylerin aslında gerçek çözümler olması çok zor. Önemli olan çözüme ulaşmaya çalışmak olmalı. Son nokta muhtemelen ancak ölümle gerçekleşebilir. Bütün üçlemenin etrafında döndüğü şey de bu. Bunu da başlangıcın işareti olarak ele alıyorum. Bu nedenle karamsar değilim.
Üçlemedeki filmler gittikçe karanlık hale geliyor. Bunu bilinçli mi yaptınız?
Giderek karanlık yapmak istemedim ama genel olarak hayatın gidişine karşı bir karamsarlığım var. Bunu da olumlu bir şey olarak görüyorum. Çünkü dibe vurmamız lazım. Çünkü bu gidişin nurlu ufuklara doğru olduğuna inanmıyorum, tam tersine bu bir illüzyon. Bu illüzyonun yaratığı sonuçların vahim olduğunu düşünüyorum. Bu kaçınılmaz bir şey ve kaçınılmaz olarak da son noktaya ulaşmamız lazım.
Saç’ın finalinde de başladığı noktaya dönüyor.
Tüm filmlerin finallerine bakacak olursak her şey başladığı noktaya dönüyor; çünkü her şey başladığı noktaya dönmek zorunda.
Başa döndükten sonra perukçu Hamdi’nin hikâyesinde neler var?
Onun cevabını bilmiyoruz. Başladığınız yere dönmek sanıldığı gibi karamsarlık yaratacak bir şey değil, tekamül gibi bir şey. Başladığın yere geldikten sonra o sen değilsin, değişime uğramak için o halkanın üzerinde yürümek gerekiyor.
Filmin karakterlerinin çok büyük maddi sorunları var, hayatları boyunca da olacak. Ama karakterleri filmin içinde maddi sorunlardan çok karamsar, umutsuz, ya da Sartre’ın tarif ettiği varoluş sıkıntısı içinde görüyoruz. Bu iki çarpışma neyin göstergesi?
Bu hayatın getirdiği bir maddi sıkıntı zaten. Bu hayatın getirdiği şeylerden dolayı varoluşsal sorun ortaya çıkıyor zaten. İnsan kendine sorular sormaya başlıyor, yaşadığı maddi sorunlarda, hayatın onu getirip bıraktığı yerde bu soruları sormak zorunda hissediyor. Başka çıkar yolu da yok. Bu huzursuz halle ilgili olarak sorular sormak zorunda; cevap bulamayınca karamsarlığa bürünüyor.
Ama filmlerinizde hep yoksulları anlatıyorsunuz. Aynı varoluş sorunlarını yaşayan ama yoksul olmayan insanları nasıl anlatırsınız?
Bu yalnız sınıfsal bir ıstırap değil. Fakat bu şehre dışarıdan gelen, kapitalizmin en çok ezdiği insanların bunu en derinden hissettiğini düşünüyorum. Farklı sınıfsal katmanlardaki tezahürleri farklı olabilir. Ama sonuçta insani olarak getirip bırakacakları nokta burası olacak. İşin maddi kısmıyla buraya geliyorlar. Genel olarak dünyanın gidişatıyla da ilgili bir problem. Ama başka sınıftan gelsek de benzer süreçleri yaşayacağımıza inanıyorum. Hamdi Brezilya’ya gitmek istiyor, ama gidemeyecek. Ama mesela gidebilecek olsa, giden ve orada da aradığını bulamayan bir adamın hikâyesini anlatırdım size.
Altın Koza’daki Pus filminin galasında ve bir röportajınızda “Maalesef sıkıcı filmler yapıyorum, seyirciyi zorlayan, onu kolaycılığa alıştırmayan, yorumlama sürecinin içine katan filmler yapmayı tercih ediyorum.” demişsiniz. Saç da aynı şekilde seyirciyi zorlayacak bir film. Ama bir yandan hikâye içinde büyük gerilimler var. Hayatın akışı ile karakterlerin düşüncelerinin coşkunluğu arasında nasıl bir denge tutturdunuz?
Öncelikle zorluk kısmını anlatayım. Zor filmler yapıyorum derken sarkastik bir ifadeydi o. Zor filmlerden bahsetmek yerine, kolay filmleri yapanlara bu tarz soruları sormak lazım. Çağın hastalıklarından bir tanesi o. Edebiyat kritiklerinde de görüyorum mesela, kolay okunur diye yazıyorlar ve bunu bir erdem olarak sunuyorlar. Kolay okunur olmak bir yazar için utanılacak bir şey olmalı. Mesela bir cümle yazıyorsunuz ve o cümle sizde hiçbir şey bırakmadan atlanılacak kadar basit. Sizde hiçbir şey bırakmayan cümleler yazmak kolay okunmak ise utanılacak bir hadisedir. İzleyiciye sorular sordurtacak, kafasının bir tarafında taşıyacağı filmler yapmak istiyorum; bu bir zorluksa -ki çağın hastalıklarından biri de bu tür nitelemeler- sinemanın sanat olduğunu düşünenler için bu tarz ifadeler edilmemesi lazım. Seyirci adına da talihsiz bir ifade bu. Zor filmler yapıyorum diyorum, ama bu nedenle.
İnsanlara zor gelen tarafı da bu belki, o sahne bir şeye işaret etmiyor, bir şeyi ima ediyor. Size orada bir şey olduğunu, sizi rahatsız, huzursuz ya da mutlu edecek bir şeyin saklı olduğunu ima edip ona ulaşmak için çabalamak. O durağanlık içinde gerilimin ne olduğunu anlamak için çaba talep ediyorum. Bundan dolayı durağanmış gibi duran sahnelerin iç devinimleri izleyicinin biraz daha dikkat etmesi gereken unsurlar.
Görüntü yönetmeni Ercan Özkan’la oluşturduğunuz ilginç bir görüntü estetiği olduğunu düşünüyorum. Hem kadrajların hesaplanarak kurulduğunu fark ettim, hem de filmdeki görüntünün yeşil filtresi filme ilginç bir hava katmış. Görüntü yönetmenliği çalışmasında neler düşündünüz?
Filtre değil o, sahnenin ışıklarını yaparken benim seçtiğim özel bir renk. Yeşil rengi seviyorum, post’ta yaptığım renk skalasını da bunun üzerine koyuyorum.
Ressam yönünüzle bağı var mı?
Bu çerçeveyi yaparken ressam gözüyle bakmanın yararını muhtemelen görüyorum. Ama bunu yaparken ressam gözüyle bakayım diye bir hesabım yok.
Filmin başrolündeki üç oyuncu da karakterlerinin ruhsal durumlarını çok iyi yansıtıyorlar. Daha çok atmosfere ve boş anlara dayanan bir film olduğu için merak ediyorum, oyuncularla nasıl bir çalışma yaptınız?
Ben bütün filmlerimde oyuncularımla aynı şekilde ilişki kuruyorum. Önemli olan oyuncunun samimiyeti. Teknik olarak yanlış oynamaktan ziyade, ruhsal olarak samimi olduğuna inandığım oyuncularla çalışmak istiyorum. Amatör ya da profesyonel hiç önemli değil. O ruhu taşıyıp taşımadıklarına bakıyorum. Çekim öncesi de sadece karakteri anlatmamdan ibarettir. Sonrasında oyuncunun kendince aşırı anlam yüklemesinin önüne geçmek gerekiyor. Sonuçta yönetmen olarak sizin yarattığınız bir karakter. Onun kontrolünü çekim öncesinde de, çekim sonrasında da elimde tutuyorum. Doğal olarak bir paslaşma sonucu olan bir şey. Ön çalışma yapmayı sevmiyorum. Oyuncunun gereğinden fazla anlam yüklemesini de istemiyorum.
Bugünkü kentsel dönüşüm tartışmaları içinde Saç’ta görülen merkez çevre ilişkileri sizce nereye gidiyor? Bu filmler on beş, yirmi yıl sonraki İstanbul için nasıl bir anlam ifade edecek?
Herhalde eski filmlerde Galata Köprüsü’nü nasıl izliyorsak öyle hissedeceğiz. Özellikle o bölge İstanbul’un sonu gelmez ev yapma, konut yapma iştahının kurbanı olacak. Tarlabaşı’nın yol açılmadan öncekini halini bilmezsiniz siz. Acımasızca bir yol geçirdiler ve İstanbul çok şey kaybetti. Pus’ta karı kocanın evinin olduğu yerde, şimdi büyük bir inşaat alanı var ve inanılmaz büyük gökdelenler yükseliyor. Film tam da bunu anlatıyor işte. Altınşehir’deki insanların en büyük korkusu şehrin kendilerini yutacağıydı. Altınşehir şehrin sınırıydı ve bekledikleri gibi de oldu. Bu sıkıntıyı yaşayan insanların filmlerinin mutlu filmler olmasını da bekleyemeyiz.
Beş, on yıl sonrasına gidersek, şehir tamamen “temizlenirse” o zaman Tayfun Pirselimoğlu filmlerinde ne anlatacak?
O zaman, bu insanların ıstırapları katmerlenecek. Bu insanlar şehre geliyorlar ve oraya ait olamıyorlar, şehrin içine giremiyorlar. Sizin anlattığınız füturistik hikâyede şehre hapsolmuş insanlar anlatılacak. Bu çok hızlı bir hareket. Yaratacağı yalnızlık, ıstırap bundan aşağı olmayacaktır.
Yeni Türkiye sinemasını ne ölçüde takip ediyorsunuz?
Çok film çekiliyor ama çok fazla takip ettiğimi söyleyemem. Festivallerde, jüri üyesi olduğumda izliyorum. Nicelik sıçraması var ama nitelik olarak aynı sıçramanın olduğunu söylemek fazla optimistik olur ki bu da bana hiç yakışmaz. Marjın içerisinde kalan filmlerin kaliteleri çok yüksek. Uluslararası alanda takdir gören işler yapılıyor. Uluslararası platformlarda takdir görmesi önemli değil ama sinema sanatı açısından kaliteli işler yapılıyor. Bir hoşluğu da şu: Tek tip bir sinema yok. İran’da da benzer bir süreç yaşanmıştı. Ama orada fabrikasyon arthouse filmler çekilmişti. Türk sinemasındaki bu çeşitlenmeyi önemsiyorum, anlamlı buluyorum. Gidişatın o anlamda iyi olduğunu düşünüyorum.
Tayfun Pirselimoğlu sineması bu konjonktürde nerede duruyor? Tabii yerinizi tayin etmek sizin işiniz değil ancak siz kendi sinemanızı nerede görüyorsunuz?
Bunu ben kendim değerlendiremem ama ayrı bir kanaldan aktığımı düşünüyorum. Bu ortam içerisinde sinemanın hâlâ sanat olduğunu düşünmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Toplumsal gidişattaki sıkıntının bu tarz bir karşı duruşla bir yere gelebileceğini düşünüyorum.
Üçlemeyi bitirdiğinize göre yeni film projeniz var mı?
Yeni bir projem var, önümüzdeki yıl, Mayıs, Haziran’da çekmeyi düşünüyorum. Rıza, Pus, Saç çemberini tamamladım artık. Yeni filmim bir kimlik hikâyesi. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim.