İklimler’deki İsa’ya gıcık olanlar, Dogville’de Grace’in başına gelenlerle Grace’in “merhametsiz” intikamı karşısında ne hissedeceğini bilemeyenler, Konuş Onunla’daki tecavüze nasıl tepki vereceğini bilemeyenler veya Kader’in Uğur’unun nasıl hayatı boyunca bir adamın peşinden gittiğini ve kendi peşinden de başka bir adamı sürüklediğini anlamaya çalışanlar… Liste daha uzar gider, ancak soru baki kalır: Son yılların İran, İspanya, Danimarka, Türkiye gibi ülkelerden çıkıp uluslararası arenada öne çıkan yönetmenlerin kadın merkezli filmlerini nasıl analiz etmeliyiz? Serazer Pekerman, St. Andrews Üniversitesi’ndeki doktora tezinden uyarladığı Film Dilinde Mahrem kitabında dokuz filmi merkeze koyarak, kadın karakterlerin mekâna, erkek karakterlere ve filme hükmettiklerini imliyor. Deleuze ve Guattari’nin şizoanaliz perspektifinden yola çıkan yazar feminist film teorisine de teğet geçiyor. Metis Yayınları’ndan çıkan kitap aynı zamanda uluslararası arenada öne çıkan filmlerin nasıl ulusötesi anlamlar kazandığını da inceliyor. Pekerman’la internet üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncelikle teknik bir soruyla başlamak istiyorum. Kitabın doktora tezinizin İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmesi ve yeniden yazılması ile oluştuğunu belirtmişsiniz. Kitap ile teziniz arasındaki farklar nelerdir?
Tezle kitap arasındaki fark okurlar ve yorumları. Tez yabancılar için yazılmıştı, bazı gereksiz açıklamaları kaldırdım ve çeviri tadı (yani tatsızlığı) olmasın diye pek çok yeri baştan yazdım. Fakat aradaki fark sadece bu değil. İnsanın bildiği ya da bildiğini sandığı şeyi anlatması çok zor. Kime yazdığınız çok önemli. Kafanızda sürekli konuştuğunuz hayali okurlar bile olsa, gerçek okur ve gerçek kritik aklınıza gelmeyen sorularla akışa yeni bir yön veriyor. Britanya’da tezler nihayetinde sadece üç kişi okusun diye yazılıyor: İlki sürekli okurunuz olan danışmanınız, onun bir süre sonra ne tepki vereceğini biliyorsunuz zaten. Tez bittiğinde de iki kişi çalışmanın yetkinliğine karar vermek için okuyor: Biri kendi okulunuzun belirleyeceği bir akademisyen, diğeri sizin seçeceğiniz bir misafir akademisyen. Tezimin son aşamasına doğru bölüm başkanımız Robert Burgoyne okumaya gönüllü oldu. Robert’la konularımız hiç kesişmiyordu, bunun ne kadar işime yarayacağını bilmiyordum en başta, en güzel sürpriz bu oldu. Benim seçtiğim kişiyse, tam olarak neyin peşinde olduğumu anlayacak az sayıda akademisyenden biri olan Elena Del Río’ydu. O da okumayı kabul edince, biri konuyu çok iyi bilen biri hiç bilmeyen iki çok tecrübeli sinema akademisyeninin eleştirisini almış oldum. Fakat hepsinin yabancı olması hiç içime sinmedi. Aynı dönemde Fatih Özgüven’den de okumasını rica ettim. Kitabın yeniden şekillenmeye başlamasında bu üç kişinin bana verdiği kritiğin ve desteğin çok büyük payı var, nasıl anlatacağımı anlamamı sağladılar. Sonrasında, dil değişti. O şoku atlatmada Metis’ten aldığım destek var. En başta Semih Sökmen kısa bir bölümün çevirisine bütünü şekillendirecek nitelikte bir kritik verdi. Metis sayesinde Tuncay Birkan ve Eylem Can gibi sabırlı, tecrübeli ve titiz insanlarla çalışmak benim için çok büyük bir şans oldu.
Kitabınızın altyapısı Deleuze ve Guattari'nin şizoanaliz kavramı ve bu kavramın feminist film teorisi içinde edindiği yer baz alınarak oluşturulmuş. Kitabı okuyacaklar için şizoanaliz kavramını ve feminist film teorisi içindeki yerini kısaca anlatır mısınız?
Kitabın giriş bölümünde şizoanaliz kavramının feminist teoriyle örtüşen yerlerinin altını çizmeye çalıştım. Henüz şizoanaliz ve feminizm arasında yer etmiş ve kabul görmüş bir beraberlikten söz edemeyiz. Feminist teoriyle ilgilenen ve Deleuze ile Guattari’nin fikirleriyle çalışmayı seven çok az kişi var. Özellikle Deleuze’e karşı büyük bir önyargı var, bu bence tanımamaktan ileri geliyor. Deleuze okuru çok zorlayan bir yazar: Deleuze (tek başınayken de Guattari’yle beraberken de) ’68 Mayıs olaylarını şekillendiren düşüncelere, Nietzsche’ye, Freud’a, Marks’a, o dönemin feminist yazarlarına ve daha pek çok kişiye ve eserlerine aşina olduğumuzu varsayarak yazmış. Çok bilgili bir okura yazıyor. Ayrıca çok hoşuma gitse de, yazı stili hiç net değil. Feministlerin duyar duymaz tepki göstereceği cümleleri var. “Kadın olmak yetmez, önce çoğunluksal olan kadın bir kadın-oluş yaşamalıdır.” diyor mesela. Sadece kadın olmakla sana bir hak vermiyor, bu kadınlarda bir önyargı oluşturuyor. Kadınların da zalim ya da kadın düşmanı olabileceğini söylemek tepki görüyor. Kadın yönetmenin otomatik olarak feminist kabul edilmesi gibi… Ben size çok taze bir örnek vermek istiyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmini çok kadın düşmanı buluyorum ben. Filmi savunmak için bana “Nuri Bilge Ceylan onu karısıyla birlikte yazdı.” diyenler oluyor. Kim yazmış olursa olsun, karşımızda “Erkeklerin işlediği tüm suçların sorumlusu aslında kadınlardır.” diyen bir metin var. Beni Deleuze ve Guattari’ye ve şizoanalize yaklaştıran bu tür çıkmazlar oldu.
Kitabınız şizoanaliz ve feminist film teorisinin yanında hafıza, hareket ve sınırlar başlıkları üzerinden birçok kavrama akıyor. Bu kavramlar ve filmlerle olan bağları nasıl oluşturdunuz?
Kitabın girişinde anlattığım gibi, geleneksel hikâyelerde kadın kurtarılıyor, bir yere taşınıyor ve yerleştiriliyor. Sonra aşağı yukarı “Biz bu kadını (hem de ne fedakârlıklarla) kurtardık, o da şimdi karşılığında bize bakacak, yemek yapacak, yeni kahramanlar, kızlar-analar yetiştirecek.” anlamına gelen bir hikâyeyle olay kapanıyor. Ben kitapta üç bölümde bu “oyunu bozuyorum”. Hafıza bölümünde “Bu kurtarma hikâyesi yalandı.” diyorum. İkinci bölümde kurtarılmak ya da taşınmak yerine kadın kendisi yola çıkıyor. Son bölümdeyse birilerinin kendisini tıkıştırdığı yere değil kendi istediği yere yerleşmeye çalışan, sınırlarını kendi belirlemeyi hedefleyen kadınların hikâyeleri var. Gemide ve Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (BTKF) gibi yapımları kitaptaki fikirlerin nereden geldiğini açıklamak için kullandım. Diğer filmleri kadın karakter ve mekân ilişkisine göre seçtim. Bu filmler art arda gelince kendi içinde başka bir hikâye yaratıyor.
Kitabın ana kısmını oluşturan dokuz filmin yanında “gişe rekoru kıran” filmlerden klâsiklere kadar birçok film analize konu edilmiş. Bütün bu filmler arasındaki kavramsal çerçeveyi nasıl oluşturdunuz?
Daha önce birlikte düşünmediğimiz pek çok türü ve zamanı özellikle yan yana koymaya çalıştım. Bunların tek ortak yanı kadının içinde dolandığı mekânla (ve bu mekândakilerle) olan ilişkisidir. Belli bir kültüre, zamana ya da yere bağlı bir şeyden söz etmiyorum, insana ve bedene dair temel ve gündelik bir durumdan söz ediyorum. Bunun altını bu şekilde çizmek istedim. Bir sahneye baktığımda nerede, nasıl ve ne zaman olursa olsun kadının mekânı sahiplenişi, o mekândaki rahatlığı beni ilgilendiriyor. Bir kadın var çerçevede: Bizden o kadını sevmemiz mi yoksa ondan nefret etmemiz ya da ona acımamız mı bekleniyor? Kadının orada rahat olduğuna inanıyor muyuz? En önemlisi de, orada olma hakkı olduğuna inanıyor muyuz? Her filme bakabilirsiniz bu sorularla.
Seçtiğiniz filmlerle yönetmenlerin bir kısmının ortak özelliklerinden biri genel sinema seyircisi ve yazarı tarafından kadın düşmanı olarak değerlendirilmesi. Fakat siz bu yargıya karşı çıkıp, bu filmlerdeki kadın karakterlerin aslında mekâna, erkek karakterlere ve filme hükmettiğini ve bir kadın-oluş süreci içinde kendilerini gerçekleştirdiğini iddia ediyorsunuz. Üç sorum olacak. İlki, bu filmleri ilk izlediğinizde siz de kadın düşmanı olarak değerlendirip sonraki izleyişlerinizde ve okumalarınızda mı bu yargıdan uzaklaştınız? Yoksa ilk izlediğinizde de bu filmlerin kadın düşmanı olmadığına dair nüvelere sahip miydiniz?
Bana hiçbir zaman kadın düşmanı gelmedi bu filmler. Bana bambaşka filmler kadın düşmanı geliyor. Mesela 24 diye bir TV dizisi var, çok izlenmiş olduğunu umduğum için buradan örnek vermek istiyorum. (Ben sadece ilk iki sezonunu izledim, yani o sezonları dikkate alıyorum). O dizi benim karşılaştığım en kadın düşmanı metinlerden biri. Güvenebileceğimiz, sevebileceğimiz hiçbir kadın yok o dünyada. Kadınlar ya şaşkın (bilmeden) ya da kötü niyetli (bilerek) fakat hep çok zararlı ve antipatikler. Erkeklerin hemen hepsi, bazılarının ufak tefek hataları da olsa, dürüst kahramanlar olarak sunulmuş, hepsi adeta kanatsız melekler. Kötü erkek yok gibi, buna karşılık iyi kadın yok. Hepsine ayrı ayrı kızmamız istenmiş. Jack Bauer’in kızı herkesin başını belaya sokan şaşkın bir kız, karısı adamın arkasından iş çeviriyor, ortağı desen zaten o konuyu hiç açmayalım. Siyah başkanın karısı da eklenince ırklararası düşmanlık da tamamlanmış oldu. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de aynı şekilde çerçeve içinde ve dışında sözü geçen her kadına kinlenmemiz istenmiş. Polisin dırdırcı karısı, savcının intikam uğruna kendini öldüren karısı ve uçuşan saçlarıyla, melek yüzleriyle, ince ayak bilekleriyle aklımızı başımızdan alan, bize olmadık suçlar işleten diğer kadınlar. Fakat bütün erkekleri seviyoruz, hatta katilleri ve görevini kötüye kullanan erkekleri bile anlamamız, onlara acımamız ve sempati duymamız bekleniyor. Bu açıdan baktığımızda filmin 24’ten farkı yok.
Bende bir filmi izler izlemez oluşan bir his var. Bir filmden o filmin dünyasındaki bütün kadınlardan -ya da belli bir grup azınlıktan- şiddetle rahatsız olmuş hatta nefret etmiş olarak çıktıysam, film bana ne yapıyor ve neden bunu yapıyor diye merak ediyorum. Film üzerine düşündükçe ve bu hisleri/düşünceleri insanlarla tartıştıkça fikirlerim gelişiyor/değişiyor.
İkinci sorum, sizce bu filmler neden genel kitlede kadın düşmanı olarak algılanıyor?
Gemide, Dogville, BTKF gibi filmlerin ortak noktası bu. Bu filmler, anladığım kadarıyla, içlerinde bir kadına eziyet edildiği, bu eziyetin seyre dönüştüğü (bilemiyorum belki de özendirdiği) ve eziyeti yapanlar sempatik gösterildiği için kadın düşmanı ilan edilmiş filmler. Ben, söz konusu filmlerde, bu iddialara katılmıyorum. Bu filmlerde kadınların gördükleri eziyeti hak etmiş oldukları anlatılsaydı bize ya da eziyetten zevk alacağımız bir sunum olsaydı o zaman durum başkaydı. İşin enteresan yanı filmi görmeyen insanların film hakkında bu yorumu yapması. Bir filmde ya da dizide şiddet ve küfür varsa, kesin kadın düşmanıdır gibi bir önyargı var sanırım.
Üçüncüsü, şu ana kadar bu konuda bir geri dönüş aldınız mı?
Ben fikrimi izah edince genelde “Evet haklısın, ben bu açıdan bakmamıştım.” demeyen çok azdır, ben anında geri dönüş alıyorum bu konuda. Bu yüzden kitabı çok büyük zevkle yazdım. Kitap ne kadar kişiye ulaşacak kestiremiyorum fakat hali hazırda fikrini çok önemsediğim bazı insanlardan beni çok mutlu eden olumlu yorumlar aldım.
Ele aldığınız filmlerin hepsi erkek yönetmenler tarafından çekildi. Kitapta buna değinmemişsiniz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Başlarken kitapta kadın yönetmen olmasın gibi bir niyetim yoktu. Ben ülkeleri ve filmleri seçtim. Hepsi 2000 yılı sonrasında yapılmış filmler, hem sanat çevrelerine hem de popüler film izleyicisine iyi kötü ulaşmış filmler. Hikâyelere, yerlere, kadın karakterlere baktım. Fakat şunun da altını çizmek isterim, ilk düşünce şekillenirken “erkek yönetmen ve kadını” fikri vardı kafamda. Atıf Yılmaz ve Müjde Ar’ın etrafında oluşan bir korunaklı alan vardır. Onlar ikisi Türk sinemasına çok özgün, normun çok dışında ama çok sevilen kadın karakterler kazandırdılar. Yani normal şartlarda anlayamayacağımız bazı şeyleri, onlar gösterince anladık ve kabul edebildik. Buna benzer bir durum mesela Luis Buñuel ve Catherine Deneuve arasında da vardır. Bu hep “kadın düşmanı” olarak nitelendirilebilecek, çok uzaktan “Adam kadını kullanıyor.” olarak görülen ilişkiden çok güzel şeyler doğabileceği fikri hep ilgimi çekti. Bir de şu ana kadar konuştuğumuz kadın düşmanlığının diğer yüzü olan “Bir filmi bir kadın yazdıysa ya da kadın yönetmen çektiyse, o film mutlaka feministtir.” fikrini kırmak önemliydi. Böyle bir projede erkeklerin feminist olabildiği durumlar daha değerli. Bir kadın-oluştan söz etmek istediğimize göre.
Fakat şunu eklemek istiyorum, bu kitapta seçilen filmler sadece örnek. Bu fikirlerle pek çok filme bakılabilir. Örneğin bu kitaptaki fikirleri akılda tutarak bakıldığında başarılı feminist filmler olarak düşünülen Jane Campion’un Piano, Sally Potter’ın Tango Dersi ya da Agnes Varda’nın Çatısız Kuralsız adlı filmlerinde olan bitenleri çok daha net görmek mümkün.
Çok farklı dört ülkeden gelen yönetmenlerin benzer temalar etrafında, benzer yollarla filmlerini işlemesini dikkate değer bulmuşsunuz. Bunun yanında bu filmlerin ve yönetmenlerin kendi ülkelerinin dışında uluslararası platformlarda başarı kazanmasında da filmlerdeki kadın karakterlerin ulusötesi kazandıkları anlam üzerinden ilginç bir benzerlik var. Bunun üzerinde kitabınızda yeterince durmadığınızı gördüm. Bu röportaj vesilesiyle bu konudaki düşüncelerinizi sormak istiyorum.
Ben daha ziyade eserlere büyüteçle bakmayı seçtiğim için o fikir, biraz da bilerek, arkada kaldı. Eser sahiplerinin özel hayatları çok işe karışsın istemedim, zaten eser hakkında konuşmak çok daha verimli. Yine de fikir olarak orada olmasını istedim. Örneğin kitapta Yatık Emine’den söz ediyorum. Ömer Kavur Paris’te sinema okudu, bir süre orada yaşadı, sonra yurda döndü. Yatık Emine’yi döner dönmez çekti. O filmin senaryosu büyük olaylarla tekrar tekrar yazıldı, sansür kurulunu geçemediği için defalarca değişti, çekimde de zorluklar yaşandı. Bunları biliyoruz. Ben, o açıdan bakıldığında Emine’nin biraz da Kavur’un kendisi olduğuna inanıyorum. Her yönetmenin hayatında bu kadar açık paralellikler yok elbette. Fakat yine kitabın giriş bölümünde izah ettiğim gibi, bu kadar köklü değişiklikler yaşamamış insanlar da kendilerini Emine’nin yürüdüğü taşlı yolda bulabilir. Okuyucunun bir yandan “Bu adam neden böyle bir film yaptı?”yı aklında tutmasını istedim fakat detaylandırmak iyi bir fikir gibi gelmedi.
Büyük Britanya'da yaşayıp ders veriyorsunuz. Oradan bakan biri olarak Türkiye sinemasının son dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Oradaki sinema ortamında Türkiye sinemasının görünümü nasıl?
Benim bulunduğum yer oldukça küçük, Londra’da ya da Paris’te olsanız umursamayacağınız şeyler burada çok önemli. Burada nadiren de olsa insanlar Reha Erdem’in Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinin isimlerini bildikleri zaman ben samimi olarak mutlu oluyorum. Türk sinemasına olan merak, özellikle öğrencilerde, hâlâ daha Fatih Akın’la ve Duvara Karşı’yla sınırlı. “Türk filmleri öyle mi? Öyle başka film var mı?” gibi soruları değiştirecek ölçekte bir çıkışımız olamadı henüz.
Yine merkezi bir yerde olmamam sebebiyle Türk filmlerine çok zor ulaşıyorum. Ben geldiğimden beri burada gösterime girebilen çok az film oldu. İskoçya’da sadece İklimler’i sinemada izledim. Ama şanslıyım çünkü neredeyse hemen her filmin DVD’si çıkıyor artık. En yeni filmlere erişmem mümkün değil, fakat belli bir zaman sonra hemen hepsine erişmek mümkün oluyor. Geç izlemek oldukça sorunlu, çünkü ister istemez film hakkında söylenenleri duyuyorsunuz ve olumlu ya da olumsuz bir beklenti oluşuyor. Negatif yorumlarla gelen Başka Semtin Çocukları, Aşk Tesadüfleri Sever, Gişe Memuru gibi bazı filmler beklediğimden çok çok iyi çıktı. Sonbahar ve Çoğunluk övgülere ve yaratılan beklentiye rağmen çok sevdiğim filmler oldu. Gitmek ve Köprüdekiler için aynı şeyi söyleyemem. Objektif ve gerçekçi diye sunulan filmler çoğunlukla hayal kırıklığı yaratıyor. Bu objektiflik meselesinde yönetmenin politik görüşü, etnik kökeni veya esas niyeti eserin önüne geçebiliyor sanırım. Ben bu tür film-dışı bilgilerin çoğundan muafım burada, bu uzakta olmanın olumlu bir yanı. Son zamanlarda gördüğüm Türk filmleri içinde Vavien’in çok ayrı bir yeri var, onu çok beğendim.
Türk sineması çekilen film sayısına baktığınızda içinizi ısıtıyor fakat kalitenin yükselmesi gerek. Çalakalem yazılmış ve alelacele yapılmış bir hava var çoğu filmde. Ayrıca sanırım herkesi memnun etme çabasının sonucu, olaylar ve kişiler çoğunlukla inandırıcılıktan uzak oluyor. Aslında sadece Türk sineması değil, genelde sinema iyi durumda değil. Bir şey tutunca, bıktırana kadar izlemek zorunda kalıyoruz. Dijitale geçiş sonrası aşırı süslemeler var; anlamsız kamera hareketleri, inandırıcı olmayan renkler, hoş görünen ya da göründüğüne inanılan gereksiz sahneler. Hikâyeler ya aşırı beklendik çıkıyor ya da tutarsız olaylar ve karakterler izliyoruz. Nadir de olsa çok güzel filmler de yapılıyor elbette.