İlk filmi Gökten Üç Elma Düştü ve televizyon ekranları için yaptığı birçok işle tanıdığımız Raşit Çelikezer’in ikinci uzun metraj filmi Can bu hafta gösterime girdi. Sundance Bağımsız Filmler Festivali’ne katılan ve ödül alan ilk Türk filmi olan Can, bir ailenin çocuk sahibi olma mücadelesini, anne-baba olmayı anlatıyor. Çelikezer’le sinema anlayışını konuştuk.
Filminizin hikâyesini nereden esinlendiniz? Hikâyenin doğuş süreci nasıldı?
Filmdeki çocuğun yaşlarında bir kız çocuğum var. Biz de eşimle anne baba olmaya çalışıyoruz, böyle söyleyeyim. Şu an beş buçuk yaşında. Onun gelişi bana başka bir şey kattı, baba olma sorumluluğu karakterimi, yapacağım işleri değiştirdi. Açıkçası bir çocuğa yakın hissettiğim bir dönemde çıktı bu hikâye. Bunun yanında muhafazakâr bir toplum yapısı içinde tutunmaya çalışan bireyleri gördükçe altyapı oluştu. Ben de bir işçi ailesinin çocuğuyum. Bu tarz hikâyelerle çok karşılaştım ya da duydum. Açıkçası bir aile dramı filmi yapma fikri, anne baba olma fikri, çocuk olma fikri -ki benim de bir anne babam var ve ben çocuk olabilmiş miyim diye de bakıyorum- vardı aklımda. Sonra film kendi ifadesini buldu.
Kendi çocuğuna sahip olma ve başkasının çocuğuna sahip çıkamama düşüncesi filmin temel motiflerinden. Sizin gözlemlerinize göre toplumumuzda bu tarz hikâyeler ne kadar var, ne kadar yoğun?
Böyle bir toplum yapısında ailede kalan hâlâ ailede kalıyor, gerek tıbbi gerek aile içi sorunlar. Orta direk toplumda tıbbi problemler kendi içlerinde kalıyor ve rahatlayamıyorlar. Gerçi son otuz yıla göre ileri düzeyde, artık insanlar kısırlığını söyleyebiliyor. Çok değişti ama hâlâ görüyorum. Büyükşehirler için söylüyorum, daha gelişmiş bir anlayışımız var. Ancak hastalığını söyleyememe, başkasının çocuğunu kendine ve aileye, topluma kabul ettirememe büyük şehirler dışında hâlâ rahat rahat kavranabilen, konuşulabilen konular değil. Tabi ki yarattığımız ekstrem bir örnek. Kim bilir... Üçüncü sayfa haberlerini okuyoruz, insanlar şiddete, teröre başvuruyor. Bunun altını ne yazık ki gazete haberlerinden anlayamıyoruz. Ben biraz bunların derinine inmeye çalıştım. Bundan önceki filmimde de vardı. Gökten Üç Elma Düştü yaşanmış bir hikâyedir. Vicdan da. Son üç filmim içerik olarak birbirine benzer temalarda.
Huffington Post’taki yazınızda aile kurmaya gerçekten hazır olup olmadığımızı sormuştunuz. Bir de toplumun bizi çocuk yapmaya zorladığını, ancak sonrasında oluşan baskı ve sorumluluk sürecinde yalnız bıraktığını yazmıştınız. Son dönemde tartışılan üç çocuk yapma meselesi ve aileye verilen önemin artmasına nasıl bakıyorsunuz?
Reşit olmuş her birey bunu kendisi sorgulayacaktır. Ben mesela aydın bir birey olarak, baba olmak için otuz yedi yıl bekledim. Benim gençlik dönemime bakarak, dünyaya bir çocuk getirmenin zorluklarını gördükçe bekledim. Yirmi yaşında da anne baba olmuş insanlar var. Ancak dünyaya bir birey getirmek büyük bir sorumluluk. Bu sorumluluğa hazır olmayan kimsenin çocuk yapmasını tavsiye etmem. Hikâyede de bunu anlatıyoruz. Bu aile de hazırdı sözde. Mutlular ve aileyi çocukla tamamlayacaklardı. Çünkü onlar öyle görmüş, çocukla aile olunur. Dayanma ve iletişimi doğru kurmakla oluyor halbuki. Tıbbi sorunlar için de başka yollara başvuruluyor.
Hayatta verilmiş kararlar daha önemli. Kendi hayatıma da baktığımda aynısını görüyorum. Devletin bize empoze etmeye çalıştığı şeyi benimsediğimi söyleyemem ama buna her aile, karakter kendi karar verecek. Çok yanlış olduğunu söyleyemem devlet politikası açısından, bunlar bir çeşit seçim oyunları çünkü. Çok politik konuşmak istemiyorum, daha sosyolojik bakmak gerektiğini düşünüyorum. Aile bilincini kazandırdıktan sonra bu tip iki çocuk, üç çocuk politikaları yürütmek daha mantıklı olur. Bence aile fikrini olgunlaştırmış değil devletimiz. Ama yol aldığını görüyoruz. On yıllık bir iktidar olmanın getirdiği süreklilik bunu etkiledi. Bu hükümet daha önce attığı adımların sonuçlarını alıyor, biz benimseyelim benimsemeyelim. Ama her gün bir haber okuyoruz, görüyoruz ki aileyi, anne baba olma sorumluluğunu kendi toplumumuzda olgunlaştırabilmiş değiliz.
Filmin ilk on dakikasında normatif aile yapısı ve onun kırılması anlatılıyor. Çoğunda da yapının kırılıp tekrar yapılma çabası anlatılıyor. Aslında film boyunca anlattığınız şey yıkım bir anlamda. Neden sadece bu sürece odaklanıyorsunuz? Neden önceki mutlu zamanlarını görmüyoruz?
Çünkü onlar yeni gelmişti. Bir sahnede de söyler, ben seni bunun için kaçırıp getirmedim mi diye. Kendi bulundukları toplumda rahat edemeyeceklerini düşünüyorlar ve kaçıp geliyorlar. Etraflarında gördükleri de çocukla aile olunacağı, birbirlerine karşı olan sevgilerinde kuşku yok. Filmin tek mutlu sahnesi ilk sahnesi. Dolayısıyla ilk on dakikada meseleyi koymak zorundasınız, sonra o mesele üzerinden yürürsünüz. Yedi sene içinde verdikleri kararın sonuçlarını anlatacaktım. Onların kaçtıkları yeri gösteremezdim. Çok da anlamı yoktu. Kadın mesela çok itiraz ediyor, ama kocasını kıramıyor bir noktadan sonra. Kıramadığı yapıda da dayanışmadan başka çaresi de yok. Ama dokuz ay boyunca işkenceyi o çekiyor. Çok kez itiraf etmeye çalışıyor ama kocasından bir ışık alamıyor.
Filmde belirli bir melodram yapısı da var. Belli bir süre sonra Yeşilçam filmlerini de hatırlatıyor. Özellikle mi melodram tarzını seçtiniz?
Evet ama şunu da gözardı etmeyelim, film melodramla at başı gidiyor. Normal bir melodram filminde anlatılmayan başka yerler anlatılıyor, başka bir açıyla anlatılıyor. Yaklaşık yirmi yıldır bu sektörde çalışıyorum, yönetmenlik yapıyorum, senaryo yazıyorum, Türkiye melodramı seviyor. Yeşilçam 30-40 sene evvel ürünlerini verdi, ancak şu anki televizyon dizisi anlayışımız da çok farklı değil. Yeşilçam’a çok kızıyorduk, ancak maalesef şu an da farklı değil dizi filmlerimiz. Kendilerince bir beğeni yaratıp o beğeniler üzerinden ürünler verilmeye çalışılıyor. Bu filmi bilerek melodram hikâyesi yaptım, ama motomot Yeşilçam hikâyesiyle başlamadım. Hikâye ilerledikçe melodramı dâhil ettim. Kronolojik olarak sıralansa Yeşilçam melodramı olarak algılayacağız. Ancak o kadar çok farklı nokta var ki. Bir kere Yeşilçam hiç gerçek değil. Korkunç bir ajitasyonla yapılırdı, benim filmimde ajitasyon yok. Benim filmimde her şey gerçek. Mekânlar, karakterler, diyaloglar...
Ben de tam onu soracaktım. Diyaloglar çok gerçekçi. İşçi sınıfı gerçek hayatta nasıl konuşursa o şekilde akıyor. Bunun için nasıl bir çalışma yaptınız?
Dediğim gibi ben de işçi ailesinde, işçi toplumunda büyüdüm. Babam, annem, büyükbabam işçiydiler. Açıkçası biraz içgüdüyle yazdım diyalogları. Çizgisel olmayan bir kurgu olmasına karar verdikten, tretman oluşturduktan sonra diyalog yazmak benim için zor değil. Ancak şunu da söyleyebilirim, senaryo oluştuktan sonra oyuncularımla uzun mesel çalışmaları yaptıktan sonra küçük doğaçlamalara izin verdim. Doğudan gelmişler ama Orta Anadolu, Güney, Kayseri yöresi gibi bir şeye karar vermedik. Ancak Anadolu’dan gelişleri kendileriyle kaldıkları zamanda anlaşıldı. Mesela Ayşe telefon kulübesinde ablasıyla konuşurken şive çıkıyor ağzından. Dolayısıyla bu şivenin getirdiği trüklere, kelimelere izin verdim. Ama dediğim gibi doğru bir tretmandan sonra doğru diyalogları kurma konusunda, bu kadar zaman sonra kendime güveniyorum. Biraz yaşayarak biraz gözlemleyerek... ancak sırf bunun için de gözlem yapmış değilim.
Bende geçmişteki tortular var. Mesela çok önce okuduğum bir hikâyede mecburiyetten kalabalık ortasına bırakılan bir çocuğun hikâyesi vardı. Yanılmıyorsam, Sait Faik’ti. O sahne o kadar işlemiş ki bana. Düşün yani, bir çocuk zorunluluktan kalabalığa bırakılıyorsa bunun alt metni çok büyüktür. İnan ne zaman okuduğumu bile hatırlamıyorum. Mesela Vicdan’ı yazarken de, İzmir’de kendi yaşadığım bölgedeki bir hikâyeyi hatırladım. Bir kadın arabada birini öldürüyor. Karakolda tek cümle söylüyor: Beni sevmiyorsan vur dedi, vurdum. Bu insana film yaptırır, hikâye yazdırır, resim çizdirir, müzik yaptırır. Bir çocuğu mecburiyetten kalabalığa bırakma durumu bir film yaptırdı bana. Bunu düşünerek başlamış değilim, başka duygularla başladım, ama bu fikri getirdi ve hikâyemi açtı.
Birebir hikâyeden çıktım diyemem ama sonra sonra anlamını verdi. Seyirciye yedi yıl sonrasını gösterip nasıl bu hâle geldiğini anlatmak da öyle bir şeydi. Filmin zaten ilk on dakikasında meseleyi koyarsınız, sonra ilerlersiniz. Öncesini seyirci koyar. Ben seyirciyi katmayı seviyorum hikâyelerde. Bir çeşit puzzle gibi. Şu an yazdığım oyunlarda, yazdığım senaryolarda hep bunu yaptım. Gökten Üç Elma Düştü’de de öyleydi. Yaşlı Albay’ın hikâyesi kronolojik akıyordu, fahişenin hikâyesi sondan başa geliyordu, genç erkeğin hikâyesi ise hepten yalandı. Burada da başını ve sonunu görüp ortasını doldurtmak… bu tabi seyirciyi canlı tutmak için daha önce de yapılmış bir yol. Türkiye’de az görülen bir şey ama benim için yeni değil.
Atlamalı kurgu, karışık kurgu bağımsız filmlere özgü bir tarz, melodram ise daha arkaik. Bu ikisinin kombinasyonunu nasıl işlediniz? İkisi arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz? Senaryoda mı, yoksa kurgu sürecinde mi?
Senaryoda yazıldığı gibi çekildi, hiçbir şey değişmedi. Çekilen bir sahne atıldı, çekimlerde de ayrıca bir sahne eklendi. Onun dışında kurguda bir şey değiştirmedim. Sorunuza aslında biraz cevap verdim. Ama bu tarz anlatım biçimini ben çok yaptım. Daha önceki senaryolarım ve filmlerimde de uygulamıştım. Ben absürd tatta oyunlar yazıyorum. Şunu da ekleyeyim. Bu tarz bir aile yapısının aydın denebilecek bir kadın üzerine etkisini de aynı anda yazdım. İstasyon Güzeli diye bir oyunum var, sahneye konmadı henüz. O da aydın bir kadının muhafazakâr bir toplum içindeki yalnızlığını işler. Dolayısıyla hem aydın hem de avaraj taraftan baktım.
Selen Uçer’in oynadığı karakterin yaşadığı travma çok gerçekçi. Onunla nasıl çalıştınız? Özellikle karakol sahnesinde müthiş bir performans sergiliyor.
Selen başından beri düşündüğüm bir oyuncuydu. Sekiz yıldır tanıyorum, daha önce bir dizide çalışmıştık. Çalışma disiplinini biliyorum, çok da sevdiğim bir arkadaşım. Böyle durumlarda bizim gibi bağımsız yapımcılar güvendiği oyuncularla çalışmak ister. Ben yazarken yüzde yetmiş, seksen kimin oynayacağını biliyordum. Serhat Nalbantoğlu’na yazmıştım, Serdar Orçin’e yazmıştım, Cengiz’e, İdil’e Sait Abi’ye yazdım. Onları karşımda canlandırdım ve onlara da senaryo yazarken anlatıyordum. Yazın bu filmi çekeceğiz, kendinizi hazırlayın diyordum. Yazarken de mesel çalışmasını hallediyoruz.
Selen deli dolu bir kızdır. İnanılmaz bir konsantrasyonla çalışıyor. Filmi çekerken de o kadın oldu. O üç hafta boyunca ağır bir depresyonu yaşayan bir kadın gibiydi. Çok iyi çalıştık.
Bir de Sundance Bağımsız Filmler Festivali sürecini sormak istiyorum. Yeni Türkiye Sineması’nın pek uğramadığı bir yer. Niçin Cannes, Berlin değil de Sundance’e başvurdunuz?
Her bağımsız yapımcının keşke orada olsam dediği bir yer Sundance. Filmi oraya göndermiştik ve filmin stratejisini de öyle kurgulamıştık. Cannes, Berlin yerine daha bağımsız film festivallerine gönderecektik. Takvim olarak da onlar önceydi zaten. Dolayısıyla oraya göndermiştim. Tabi ki kiminle yarıştığınızı bilmeden gönderiyorsunuz, Uluslararası yarışmada galalar yapılıyor. Antalya’ya hazırladığımız sırada bir kopya da oraya gönderdik. Aralık başında açıklandı. 2000’e yakın film içinden orada yarışmak çok güzeldi.
Sizin gözlemlerinize dayanarak sorayım. Yeni Türk Sineması’nın Sundance ile ilişkisi nasıl?
Yirmiye yakın filmin Türkiye’den başvurduğunu öğrendim. Kimler başvurdu tabi ki söylenmiyor, sormadım da. Dolayısıyla oraya başvuruluyor. Özellikle Türk filmine dair bir bakış yok ya da şu bölgeden, bu bölgeden alalım diye. Kalabalık bir seçki programları var. Ben hepsiyle tanıştım. 20 seçici kişi var, Robert Redford evinde yemek verdiğinde hepsiyle tanıştım. Orada program yapanlar da vardı. Hepsi de tek tek gelip filmi nasıl karşıladıklarını anlattılar. Şu anki Sundance kriterlerine uygun olduğunu söylediler. Çok farklı ifade biçimleriyle yenilikçi sinemaya izin veren bir festival. Hollywood’a ters durumlar yaratmış bir festival. Herhalde ifademizi güçlü buldukları için anlatımımızı seçtiler. Ancak şunu da söyleyeyim 14 filmin hiçbiri de birbirine benzemiyor.
* Fotoğraflar: Cihat Caner