Ben O Değilim merak unsurunun hep dik tutulduğu, yer yer polisiye türüne kayan, karanlık ancak komik duruma düşen bir karakterin dönüşüm hikâyesi. Hem Kafkaesk, Borgesvari ve Dostoyevski esintili bir drama, hem de değil. Ölüm ve vicdan üçlemesini tamamlayan Tayfun Pirselimoğlu ile üçlemeden farklı bir yere konumlandırdığı yeni filmi üzerine konuştuk.
Rıza, Pus ve Saç filmleriyle ölüm ve vicdan üçlemenizi tamamladınız. Biz de en son Saç filmi için bir röportaj yapmıştık. Üçlemeyle bu film arasında çok fazla benzerlik var, farklılıklar da var. Üçlemeyle bu film arasında nasıl bir bağ kurarsınız?
Üçlemeyi tamamladıktan sonra başka bir şey yapmak istedim. Onu bir yerde bitireyim dedim. Fakat bu filmle alakalı bunun dördüncü olduğunu söyleyenler var. Bir başkasının yerine geçmek benim takıntılarımdandır. Birinin yüzünün değişmesi, biriyken bir başkasına dönüşmek… İlk senaryolarımdan beri gelen, kitaplarımda da olan bir tema. Bazen ana omurgaya eklenen ve bir şekilde kendini hissettiren bir tema. Bu sefer tamamen bunun üzerine bir şeyler yapmak istedim. Bu anlamda diğerlerinden ayrılıyor. Benim takıntım haline gelmiş olan bir konuyu senaryolaştırma ve film yapma insiyakıyla yaptım. Ortak noktalar tabii ki var. Benim fantasmamla alakalı olarak diğer filmlerde olan öğeler burada da var. Ama benim bu film için esas dert edindiğim şey, çizginin öbür tarafına geçip, biriyken bir başkası olma halini irdelemekti.
Son röportajımızda yeni filmim kimlik üzerine diyerek bitirmişiz. Peki, bu kimliğe dair takıntı nereden geliyor? Sizin için ne anlam ifade ediyor?
Açıkçası bu psikiyatrik bir soru. Niye takıntımdır gerçekten bilmiyorum fakat çok ilgimi çektiği kesin. Benim sevdiğim filmler ve yaptığım işlerde bu konu var. Kazıyınca altından neler çıkar bilmiyorum. Herkesin birtakım kimlikler biriktirdiğine, yeri ve zamanı geldiğinde bu benlerin ortaya çıktığına inanıyorum. Bu sadece zaman ve mekânın uygun olmasıyla ilgili. Şurası bir gerçek ki, merakla da alakalı, bir başkasının hayatını merak etmekle de alakalı. Vapurda yanınıza oturan kişi, karşıdan gelen adam… O hayatlar, başkalarının hayatı benim çok ilgimi çekiyor. Bunun içine girmek ve onları irdelemek, o hayatlara duhul etmek ilgimi çekiyor.
Hayatımızın nasıl akacağına, kendimizin kendimiz olmasına karar verdiğimize dair bir vesvesemiz var. Karar verdiğimiz bir kısım olabilir ama onun dışındaki büyük kesim bizim irademizin dışında gelişiyor. Kendimiz sandığımız ben ile yüzümüz de buna dâhil olabilir. Edinburgh Film Festivali’ne gittiğimde orada bir sergi gördüm, genç İskoç sanatçıların. İlgimi çeken bir iş vardı. Bir heykeltıraş (Christine Borland), altı heykeltıraş arkadaşına Dr. Mengele’nin bulanık bir resmini gönderiyor. Ayrıca Mengele’nin yüzünü tarif eden bir metin veriyor. Her birinden de bir Mengele büstü istiyor. Hepsi o ifadelerden ve bulanık resimden yola çıkararak Mengele’yi görsel hale getirmişler. İroni şu ki, aslında Dr. Mengele de Nazi avları başladığında yüzünü değiştirmiş. Bulmak istedikleri yüz de aslında gerçek yüz değil. Bu yüz üzerine bu kadar düşündükten sonra bu işin denk gelmesi beni çok etkiledi.
Bir röportajınızda Sartre’dan alıntı yapmışsınız, “Ben kendim değilim ama olmak isterim” diye. Bu arzu nereden kaynaklanıyor?
Evet çok meşhur bir lafı. “Cehennem ötekisidir” sözüne kadar giden derin bir mevzu o. Ben ile öteki arasındaki ilişkiyi kurmakla ilgili. Buna Rimbaud’yu da eklemek gerek ki o da “ben bir başkasıdır” diyen kişi. Kim ne zaman bendir, benken ötekine dönüşme hali gibi çetrefilli ve içine girince çıkılmaz bir evren bu. Herkesin kendini tanımlama biçimi var. Ben derken ifade etmeye çalıştığı bir ben vizyonu var. O ne kadar beni temsil eder, sizin kim olduğunuza kim karar verir, siz mi yoksa karşınızda sizi tanımlayan kişi mi? Böyle iç içe geçen ve kartopu gibi büyüyen felsefi bir problem.
(Söyleşinin tamamını Hayal Perdesi'nin 42. sayısından okumak için tıklayın)