Meryem Köse
1939’da Almanya’nın Polonya'yı işgal etmesiyle birlikte dünya ikinci büyük savaşa girerken 1940 yılının başlarında Amerika’da Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941) filminin senaryosu üzerinde çalışılmaya başlanır. Almanlar Avrupa boyunca ilerlerken ve Avrupa faşizme yenik düşerken, ABD’de de müdahalecilik ile tecrit politikası arasındaki çatışma tüm şiddetiyle sürer. Artık kamuoyunun en sıcak gündemidir savaş. Başkan Roosevelt’in müdahaleci politikasına ve anti-faşist mücadeleye bağlı bir isim olan Orson Welles, filmde dönemin arka plânını keskin bir şekilde dile getirmese de savaş sorununa, özellikle dönemin hâkim temaları olan faşizm tehlikesi ve komünizm korkusuna gönderme yaparak sıradışı bir Amerikan yurttaşının kaderinde ABD’nin sosyo-politik bilinçaltını beyazperdeye yansıtır.
Sinemanın “Dahi” Çocuğu: Orson Welles (1915-1985)
Sekiz yaşında piyanist annesini, on iki yaşında da babasını kaybeden Orson Welles tıpkı Kane gibi bir vasi tarafından yetiştirilmiş, zeki ve harika bir çocuktur. Yirmi beş yaşında tüm zamanların en iyi filmi şeklinde anılacak olan Yurttaş Kane’i çekmeye başlayan Welles, parlak zekâsı, müthiş oyunculuk yeteneği, edebiyat, tiyatro ve resim konularındaki birikimiyle, sıradışı kahramanları, olumsuz insanları, Shakespeare krallarını metaforlar yüklü barok bir anlatımla beyazperdeye taşıyan başarılı bir yönetmen olur.[1]
Palavracı/yalancı ve tam olarak anlaşılamayan gizemli figürler yaratmaktan/oynamaktan büyük keyif alan Welles, filmlerinde çoğunlukla güçlü bir figürle birlikte bir yabancıyı merkeze alır. Yabancı, güçlü figürün kayıp geçmişi arayışına ortak olur ve ortaya çıkan anlatı, gerçek ile kurgu arasında sıkışır. Charles Foster Kane karakterinin son nefesinde ağzından çıkan “rosebud” sözcüğüyle başlayan Yurttaş Kane filminde de bu kural bozulmaz. Yönetmen, gazeteci Thompson’ı bu sözcüğün sırrını çözmek amacıyla ünlü/güçlü medya patronu Kane’in peşine takmakta ve böylece seyirciyi Kane’in hayatına tanık ederken aynı zamanda merak unsurunu da sürekli taze tutarak filmin akıcılığını sağlamaktadır.
Hem Muktedir Hem Muhtaç…
Welles, bu filmde zamanı ve parası tükenen yaşlı bir kapitalistin portresinden çok, tükenişin eşiğine gelmiş bir dünyanın son çırpınışlarını, bencilliğin ve yalnızlığın güdümündeki modern bireyi oldukça çarpıcı bir biçimde perdeye yansıtır. Bu açıdan filmi modernite eleştirisi olarak okumak da mümkündür. Modernitenin görünür olanı yüceltmesi ile imajın öze ve içeriğe göre öncelik kazanması, imaja takılıp kalmanın sonucu olarak ortaya çıkan yüzeysellik, güce tapınma, tüketim ve mülkiyet hırsı, yabancılaşma, samimiyet yoksunluğu, anlamsızlık, spontanlık kaybı, memnuniyetsizlik; sistemi değiştirmektense sistem içinde hâkim konuma geçme arzusu, açgözlülük, başarı hırsı, şöhret arzusu vb. özellikleriyle mükemmel olduğunu düşünen ve kendisini başkalarından üstün gören büyüklenmeci; amacına ulaşmak için başkalarını kullanan, egosantrik ve etrafına karşı aldırmaz tavır takınan; her yaptığını kendisi için yapan ve sonuçta yalnızca kendi arzularının tatmini için çalışan kişilik yapısıyla Kane, modernitenin özne tasavvurunu cisimleştirir. Kane’in herkesin bildiği tek aşkın kişinin “kendi öz aşkı” olduğu şeklindeki değerlendirmesi, narsist kişiliğini ele verir. Nitekim yakın arkadaşı Leland da Kane’i anlatırken hayatta sevdiği tek şeyin Charles Foster Kane olduğunu, hayattan istediği tek şey aşk/sevgi iken bunu hiçbir zaman elde edemediğini çünkü kendisinin insanlara verecek sevgisi olmadığını söyler. Bu noktada gelenekle/geçmişle bağları kopartıp pozitif olana yönelen ve mutluluğu, sahip olmakla eşanlamlı hâle getiren modernitenin en büyük açmazı bir çocuğun sevgiden/anneden koparılıp yarınlarını kurtarmak adına (!) bir bankacıya teslim edilmesi ve çocuğun hayat boyu çırpınışı/hazin sonu ile somutlaştırılmıştır. Film boyunca aranan ancak filmin sonunda da onu arayanların asla bulamayacağı, yalnızca izleyicinin küçük Charles’nin kızağının markası olduğunu anlayabildiği “rosebud” sözcüğü de bu açıdan anlamlıdır. Kelimenin sırrını çözmeye çalışan gazeteci Thompson’ın en sonunda“rosebud, belki de Kane’nin hiç ele geçiremediği ya da kaybettiği bir şeydi” açıklaması seyirciye ipucu verir. Rosebud’un bilinen anlamı “gül goncası” dışında argoda “ana rahmi” anlamında da kullanılması, bu sözcüğün rastgele seçilmiş olmadığını düşündürür. Ana rahmi, hem bir cennet hem de boğucu, kaçıp kurtulmak istenilen bir mekândır; bir kez kaçıp gidince tekrar ulaşılamayacak, insanın hayatı boyunca sürekli geriye dönüp içine girmek isteyeceği büyülü bir mağaradır. Kane, bu sözcüğü filmde iki kez kullanır ve ikisinde de elinde, içinde karlı dağ evi olan cam küre vardır. Karlı dağ evi, yani annesinin mekânı/anne özlemi, kaybettiği çocukluğu ve bütün iktidarına rağmen bulamadığı her şeyi simgelemektedir bir bakıma.
Filmin başında bu sözcüğe bir gizem atfederek adeta onun ne olduğunun anlaşılmasıyla Kane’nin de sırrının çözüleceğine seyirciyi inandıran Welles, filmin sonunda bir insanın hayatının sırrını çözmenin o kadar da kolay olmadığının ve tek bir sözcükle hiçbir şeyin açıklanamayacağının altını çizerek bu bulmacanın çözümünü izleyiciye bırakır. Rosebud sadece bütünün bir parçasıdır; anlamı bütün içerisinde aranmalıdır. Welles, burada modernitenin holistik anlayışını eleştirerek postmodernitenin çoğulcu/kültürel söylemi paralelinde bir karakter çözümlemesine davet eder izleyiciyi adeta. Nitekim film boyunca Kane’in hayat hikâyesini de farklı insanlara anlattırır; Thatcher, Bernstein, Susan ve Leland’dan Kane’in farklı yönlerini dinleriz. Herkes kişisel ilişkisi paralelinde, kendi sezgi ve düşünceleri doğrultusunda kendi Kane’nini anlatır.
Welles’in modern özneye yönelik önemli bir çözümlemesi de, aklın ve bilimin ön plâna çıkarılıp metafizik ve aşkın değerlerin dışlandığı “Aydınlanma Düşüncesi”nin temel argümanlarıyla ilintili olarak Tanrı’nın ölümünün ilânıyla birlikte modern benlikte öne çıkan, Sartre’ın “Tanrı olma arzusu” dediği şeyin -hayatı boyunca kendisinden başka hiçbir şeye inanmayan ve muktedir olma hevesi ağır basan- Kane’nin en belirgin özelliği olmasıdır. Nitekim kendisinin ölüm ilânını veren haberlerde, dünyanın bütün nimetlerine sahip bir imparatorluk kuran, çağın en kudretli simgesi, piramitlerden beri bir insanın kendisi için yaptırdığı en pahalı anıt olan Xanadu’nun sahibi olarak “firavun” benzetmesiyle anılan Kane, sahip olma arzusu ve kaybetme korkusunun bir yansıması olarak, neredeyse her şeyin koleksiyonunu yapmaktadır. Öyle ki Xanadu sarayı tam bir koleksiyon yuvasıdır; tablolar, heykeller, resimler ve bir dünya hazinesi dolduracak sayıda birçok eşya… Kane’in hayatının kayıp parçası “rosebud”sırrının en sonunda bu yığınlar arasından çıkması da modern insanın kudret ve acziyet dikotomisini yansıtır.
Welles Yurttaş Kane filmiyle modern kültürde merkezi bir konuma sahip olan medyayı da iktidar bağlamında irdeler. En önemli niteliklerinden birinin “medya merkezlilik” durumu olan modern dönemde, medyanın sanal dünyasıyla kurulan simülasyonlar neticesinde taklitler gerçeğin yerini almış, toplumsal gerçeği yansıtmaktan ziyade yaratan konuma geçen medya, toplumsal ilişkilere simülatif bir boyut kazandırmıştır. Böyle bir dönemde medya patronu olan Kane, tam da bu doğrultuda çalışmakta, insanların ne düşüneceği konusunda -gazeteleri sayesinde- yetkili olduğunu iddia etmekte ve spekülatif davranmaktan geri durmamakta, gazete yazarlarını/haberlerini de bu şekilde yönlendirmektedir. Nitekim eşi Susan şarkı söylemekte her ne kadar yeteneksiz olsa da Kane, öyle bir ortam yaratır ki bütün basın/yayın camiası Susan Alexander’ı sanatçı (!) olarak takdim etmek durumunda kalır. Aynı şeklide gazetesinin yazarlarını kendi malı gibi gören Kane, haberlerin gerçekten ziyade kendi istediği gibi yazılmasını sağlayarak iktidarı üzerinden gerçekliği üretme konumuna geçer. Welles böylece özne üzerinden gerçekleştirdiği modernite eleştirisinin yanı sıra dönemin Amerikan toplumu özelinde, günümüz dünyasındaki medya-bilgi-iktidar bağlamı ve aynı zamanda iktidarın gücü/doğası üzerine de düşünmeye sevk eder.
[1] Orson Welles ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Rekin Teksoy, Sinema Tarihi, Oğlak Yayıncılık, s.317-320.