Betül Özel Çiçek
Doğu, Batı’nın tahayyülünden başka bir yerde yaşıyor mu? Victoria & Abdul’u izleyenlerin aklına gelen ilk soru bu olmalı.
Meşhur kraliçe Victoria’nın ömrünün son zamanlarında hayatına giren Hintli Abdülkerim ile macerasını anlatan film, Shrabani Basu’nun aynı adlı kitabından esinleniyor. Gazeteci Basu, Kraliçe Victoria’nın Wight adasındaki yazlık sarayını gezerken, “Uşak Abdülkerim” olarak tanıtılan ama asil gibi resmedilmesiyle dikkatini çeken Hintli bir adamın portrelerini ve büstünü görür. Bu, uşağa hiç benzemeyen uşağın kim olduğunu araştırmaya başlayan Basu, önce çok fazla bilgi bulamaz. Ta ki kraliçenin Urduca alıştırma defterlerine erişinceye kadar. Victoria’nın devrinden bu yana, Basu eline alana kadar kimsenin ilgilenmediği bu defterler, Victoria ile Abdülkerim arasındaki ilişkinin farklı olduğunu gösterir. Daha sonra Abdülkerim’in Hindistan’daki son akrabalarını bulan ve ailenin sır gibi sakladığı Abdülkerim’in günlüğü ile ilişkinin doğasını daha iyi anlayan Basu, 2011 yılında filmle aynı ismi taşıyan kitabı yayınlar.
Kraliçeli filmlerin yönetmeni Stephen Frears'ın yönettiği, başrolünü kraliçeli filmlerin vazgeçilmez oyuncusu Judi Dench’in oynadığı 2017 yapımı Victoria & Abdul bu ilişkiyi anlatıyor. Frears, daha önce de Kraliçe II. Elizabeth’i anlattığı 2006 yapımı Kraliçe (The Queen) filmiyle biliniyordu. Kraliçe’nin tüm griliğine rağmen, rengârenk Victoria & Abdul’dan daha başarılı bir film olduğunu söyleyebiliriz. Usta oyuncu Judi Dench Kraliçe Victoria’yı ikinci kez oynuyor. Daha önce yönetmenliğini John Maddens’ın yaptığı 1997 yapımı Sadık Arkadaş (Mrs. Brown) isimli filmde Victoria’yı canlandırmıştı. Konu yine benzerdi, kocası Albert’in ölümünden sonra uşağı İskoç John Brown ile yakınlaşmasını anlatan filmin ismi, bu yakınlaşmanın sonucunda saray ahalisinin kraliçeye Mrs. Brown demesinden geliyordu.
Büyüleyici ve Egzotik Doğu
Victoria & Abdul’da ise kraliçenin hükümranlığının ellinci yılını kutladığı altın jübilesi için Hindistan’dan getirilen iki uşaktan biri olan Abdülkerim, kraliçeyi görür görmez ayağını öpmesi kadar uzun boylu ve yakışıklı oluşu ile de kraliçenin ilgisini çekiyor. Saray hayatından ve etrafındaki insanların tavırlarından sıkılmış, evlatlarının bitmek bilmeyen problemlerinden bıkmış, yorgun ve bezgin kraliçe, Abdülkerim’in “farklılığı” ile canlanıyor. Gerek renkli kıyafetleri, gerek çarpık aksanı, gerek pişirdiği bol baharatlı yemekler, gerekse derin manalarını anlattığı halı ve kilim desenleri ile Abdülkerim adeta kraliçenin sepya hayatını rengârenk hale getiriyor. “Egzotik Doğu” ve onun masum, saf, belki biraz aptal, belki biraz içten pazarlıklı ama nedense hep irfan soslu laflar eden mensubu ile karşılaşınca büyülenen Batılı imgesi böylece yeniden izleyecinin algısının merkezine yerleştiriliyor. Fakat bu bile o kadar üstünkörü yapılıyor ki film, özellikle de ikinci yarısında kendi kendisinin parodisi olmaktan öteye geçemiyor.
Öyle ki filmi Judi Dench’in üstün oyunculuğunu bile kurtaramıyor. Çünkü Dench’in karşısında ona denk, Mrs. Brown’daki John Brown gibi güçlü bir karakter yok. Bunda oyuncunun yeteneksizliğinin rolü olduğunu düşünmek zor. 1986 doğumlu Ali Fazal, senaryonun tam da kendisine biçtiği rolü, neredeyse lambadan çıkan cin gibi tek boyutlu Doğulu karikatürünü layıkıyla yerine getiriyor. Çünkü görünen o ki senaryoya göre kraliçenin tek istediği kendisine “Evet sahip!” diyecek ve ona dünyadaki rolünü, mesul olduğu olayları unutturacak ama gerçekliğinden de şüpheye düşürmeyecek nebzede karakteri olacak bir kâğıt bebek. Kraliçe, Abdülkerim’in karşısında Raj dönemi Britanyası’nın imparatoriçesi değil de tombul ve sevimli, kendi mutfağından dışarısı ile ilgilenmeyen, dünyadan habersiz yaşlı bir kadın gibi davranıyor. Abdülkerim ona Hindistan’daki olayları anlattığında ise sanki Hindistan’daki Müslüman direniş tarafından hakkında ölüm fetvası verdirecek kadar Hindistan’ı talan eden gücün başındaki kişi o değilmiş gibi masum bir şekilde şaşırıyor.
Tek Boyutlu Kahramanlar
Gerçek Victoria ile Abdülkerim’in ilişkisinin nasıl olduğu bilinmez, ama senaryodaki Abdülkerim bu tek boyutluluğu Hindistan’ın algılanışını da simgeliyor. Seyirci bunu en bariz şekilde Abdülkerim’in eşi ile ailesinin İngiltere’ye gelmesinde ve Victoria ile saray ahalisi tarafından ziyaret edilmelerinde görüyor. Abdülkerim’in karısı, burkası, burkasının İngiliz sarayında algılanışı, kraliçenin yanında burkasını açmasıyla içinden bambaşka bir kadın figürü çıkması, Abdülkerim’in resmedildiğinden de renkli, daha egzotik ve daha da yüzeysel bir şekilde gösteriliyor. Çünkü önemli olan Abdülkerim’in ve karısının kendilerini nasıl hissettikleri değil, İngiliz asilleri tarafından nasıl görüldükleri. Bu ezici bakış ister Victoria’nın müsamahalı ve meraklı bakışı olsun, ister veliaht prens Edward’ın aşağılayıcı bakışı olsun, bakışın menşei ve verdiği rahatsızlık değişmiyor.
Saray halkının başta veliaht prens olmak üzere Abdülkerim’den rahatsızlığı da filmde resmediliyor. Victoria’nın evlatları onun anneleri ile kurduğuyakınlıktan rahatsızlık duyarlarken, saray mensupları ve hizmetliler, deri rengi koyu birinin kendileri ile aynı, hatta çoğu zaman daha üstün bir konuma getirilmesini hazmedemiyorlar. Tabii, Abdülkerim’in Müslüman olması, kraliçeye Müslümanların konuştuğu Urducayı öğretmesi, daha sonra Kur’an-ı Kerim’i öğretmesi de saray ahalisinin kendisinden hoşlanmamasının başlıca sebeplerinden. Kraliçenin yanında bir Müslümanı barındırması, ona Munshi (hoca) titri verip ondan ders alması, ailesini İngiltere’ye getirtmesi, ona ve ailesine çeşitli imkânlar tanıyıp hediyeler vermesi, onu uzun yıllardır yanında olan birçok insandan üstün tutması kıskançlığın, Abdülkerim’e duyulan düşmanlığın ve onun düşmesini sağlamak için yapılan oyunların artmasına sebep oluyor. İşgal edilebilirsin, yağmalanıp hazinelerin yüzlerce kilometre uzağa taşınabilir ama bütün bu yağma, işgal ve sömürünün arasında içinizden birisine bile biraz iyilik bahşedilmesi katlanılamaz bir durumdur. Abdülkerim’e yönelik bu tutum, sömürgeciliğin özeti gibi aslında.
Filmin sonunda, Victoria’nın ölümü ile hamisini kaybeden Abdülkerim’in maruz kaldığı muameleye şahit oluyoruz. Tarihin, işine gelmeyen yönlerini silmekte mahir olan İngilizlerin acımasızlıklarının da örneğini görüyoruz. Kraliçenin ölümü ile birlikte kral olan 7. Edward, kraliçenin Abdülkerim’e verdiği eve askerlerini göndererek kraliçenin Abdülkerim’e yazdığı bütün mektupları gasp ettiriyor ve hemen evin önünde yaktırıyor. Kraliçenin küçük kızı Beatrice ise Victoria’nın günlüklerinden Abdülkerim ile on dört seneyi aşkın süren ilişkinin izlerini siliyor. Bu eylemlerin şiddeti sadece fiziksel değil sömürgeci-efendi zihniyetini anlamak açısından sembolik de. Fakat görüyoruz ki, Kenya’daki zulümlerinin artık konuşulmaya başlanmasından Kut’ul-Amare zaferinin ortaya çıkmasına, “Avrupa’nın büyükannesi” Victoria’nın ömrünün son zamanlarında en yakın arkadaşının bir Müslüman olmasının anlaşılması kadar, İngilizler ne kadar uğraşırsa uğraşsın tarihin gerçekleri yüzlerine vurmak gibi bir alışkanlığı var.
(Bu yazı ilk olarak Hayal Perdesi’nin 63. Sayısında yayınlandı.)