M. Musab Gündüz, 2007 yılında yerli çizgi film üretmek amacıyla açılan Cordoba Animasyon Stüdyosu’nun kurucularından. Nane Limon (2009) ve Cille (2011), stüdyonun hafızalarda kalacak projelerindendi. Stüdyo çizgi film üretmeye devam ederken Gündüz, belgeselciliğe yöneldi, TRT World’de yayınlanan A Day with... belgesel serisi için İslam coğrafyasını dolaşmaya başladı. Gündüz ile belgesellerdeki çocukların hikâyelerini, anne-çocuk arasındaki yaratılış bağını, ataerkil dünyada sıkışmış kız çocuklarını, bastığı topraklardaki imkânsızlıkları ve yolculuğun insana düşündürdüklerini konuştuk.
A day with...’i çeken belgesel ekibi kimlerden oluşuyor?
Sabit oturmuş bir ekibimiz ve destek için yanımıza aldığımız arkadaşlar var. Sinan Kol, belgeselimizin görüntü yönetmenliğini zaman zaman da yardımcı yönetmenliğini üstlendi. Feyzullah Yeniusta, projenin koordinatörlüğünü ve yapım amirliğini, Kadir Yücel ise yine zorlu bölgelerde görüntü yönetmenliğimizi üstlendi. Tahsin Erdem, kamera ve kurgu ekibinde yer aldı. Bir de benden desteğini esirgemeyen, hem hamiliğimizi yapan hem bize yardımcı olan babam Süleyman Gündüz var. Bense naçizane projenin yönetmenliğini yaptım ve projenin hazırlık, tasarım aşamasındaki fikir babalığını da üstlenmiş oldum.
Hikâyelerin başlangıç noktası neydi?
Hikâye çok temel bir şeyden yola çıktı. Bir gün Yeryüzü Doktorları ile beraber bir Gazze serüveninde Refah Sınır Kapısı’ndan giriş yapıyoruz. Filistin topraklarına ilk defa basıyorum. Heyecan ve merak var çünkü siz orayı uzaktan her şeyin sembolü olarak görüyorsunuz. Masumiyetin, Hanzala’nın sembolü. Ama gerçekle yüzleşmek, Gazze’nin gerçeği ile yüzleşmek, insanda babanızın Herkül olmadığını anladığınız zaman hissettiğiniz gibi bir etki bırakıyor.
Neden?
Zenginleri, fakirleri ve mültecileri görüyorsunuz. Zenginlik çok büyük zenginlik, fakirlik çok büyük fakirlik, hırsızlık büyük hırsızlık, ihanet büyük ihanet, zulüm büyük zulüm, yokluk büyük yokluk. Her şeyin enlerinin olduğunu görmeye başladığınız bir yerde isminin sonradan Ela olduğunu öğrendiğim bir kız çocuğuna rastlıyorum. Fotoğrafını çekmek için izin istedim. O sırada bir insanın gönlüne bir fikir akar ya öyle bir hissiyatla Ela’nın babası nerede diye sordum. 2009’da İsrail tarafından Gazze’ye bir operasyon düzenlenmişti. Doğan Haber Ajansı tarafından aktarılan çok net hatırladığım bir kare var. Polis okulunu vurmuşlardı ve iki yüz elliye yakın insan, polis okulundan mezun olurken, bahçede, tören anında şehit olmuştu. Sonra onların ölü ve yaralı bedenlerini almaya gelenler bir daha vurulmuş ve yeniden insanlar ölmüştü. O ikinci dalgada kurtarmaya giden polis okulu öğrencilerinden veya mezunlarındanmış Ela’nın babası. Görüntüler gözümün önüne geldi. Televizyonda gördüğüm olayın mağduruna ilk defa bu kadar yakındım. Yüzlerce, onlarca mağduriyet sahnesi görürüz ama mağdurların yakınlarına hayatta kaç kere dokunma şansımız olur? Annesine Ela’nın bir gününü kayıt altına alabilir miyim diye sordum ve İstanbul’a döndükten sonra bunun üzerine düşünmeye başladık. İslam coğrafyasında acı çekmiş kız çocuklarını bulsak dedik. Dokuz-on iki yaş aralığı şartını koyduk. Bu yaş diliminin daha reel bir şey vereceğine inanıyorduk, yani mağduriyetlerinin sosyolojisini görebilecektik.
(Söyleşinin tamamını Hayal Perdesi’nin 59. sayısında okuyabilirsiniz.)