Sinemaya Üç Maymun (2008) filmiyle başlayan Ercan Kesal, yaptığı her işle isminden söz ettirdi. Bu süreçte yedi kitap yayınladı, farklı projelerde senarist ve oyuncu olarak çalıştı, en nihayetinde kendi filmlerini yönetmek istediğini ise her fırsatta dile getirdi. Sektöre girdikten on yıl sonra seyirci ile buluşan ve Çiçekpınar köyünün yıllar içerisindeki dönüşümünü anlatan belgesel Fındıktan Sonra, Kesal’ın ilk yönetmenlik ürünü. Mart ayında Nürnberg Türk-Alman Film Festivali’nde gösterilen yapım, İstanbul ve Ankara film festivallerinde yarışma bölümünde yer aldı. Fındıktan Sonra vesilesiyle buluştuğumuz Ercan Kesal ile yönetmenlik macerasını, hafızayla kavgasını, oyunculuktaki yeni ve şaşırtıcı duraklarını, bu yaz çekmeye hazırlandığı ilk uzun metraj kurmaca filmini konuştuk.
Yıllardır sinemanın içindesiniz, yine de Fındıktan Sonra ilk yönetmenlik tecrübeniz. Biraz kamera arkasından ve yapım sürecinden baseder misiniz?
Ankara’da duayen bir hoca vardır, Prof. Dr. Bilsay Kuruç. Beni ilgi ve muhabbetle izler. Doktora öğrencisi Melek Mutioğlu Özkesen’in tezi önüne geldiğinde “bunu Ercan Kesal okumalı” demiş. Melek bana bunlardan söz ederek tezini maille gönderdi. Okudum ve hemen Melek’i arayarak bunun belgeselini yapmak istediğimi söyledim. Mayıs ayıydı galiba. Fındık hasadı Ağustos’taydı ve zaman kalmamıştı. Görüntü yönetmenimiz Metin Kaya’yla birlikte ön çalışma için köye gittik ve gezdik. Bazı çekimler yaptık. Sonra küçük bir ekip oluşturarak hasat zamanı köyde kalarak bir haftada çekimleri bitirdik.
Fındıktan Sonra Çiçekpınar köyünde ekonomiyle birlikte farklılaşan hayatları anlatıyor. Bu hikâyede size cazip gelen ne oldu?
Mikro düzeyde de olsa sıkı bir kapitalizm eleştirisi taşıyordu. Benim önüme bir akademik tez çalışması olarak gelmişti ama, tezi yazan akademisyen o köyde doğup büyümüş biriydi ve hem meselenin içerde olup hem de meseleye dışarıdan bakmayı becermişti.
Senaryolarınızda ve kitaplarınızda hafızayı diri tutma, geçmişle hesaplaşma gayreti dikkat çekiyor. Fındıktan Sonra’da da bu çabayı görmek mümkün. Bu ısrarın sebebi ne?
Anılar kalbimizin bekçisidir. Bizi kötülüklerden, hasetten, bencillikten ve kibirden korurlar. Belleğin evi insanın kalbidir. Unutmak kalpsizliktir! Hafızamıza sahip çıkmadan vicdanlı kalabileceğimize inanmıyorum.
Bir röportajınızda, bireysel ve toplumsal hafızanın birbirinden ayrılamayacağını söylüyorsunuz. Fındıktan Sonra da anlattığı insan hikâyelerinde, daha geniş bir coğrafyanın ve zamanın ruhunu yansıtıyor diyebilir miyiz?
Elbette. Bir kum tanesinden tüm bir evreni tarif edebilirsiniz. Sadece insanın değil, yeryüzünün de, tüm coğrafyaların, taşın toprağın da hafızası vardır. Yaşadığımız hiçbir şey kaybolup gitmiyor. Bugünün içinde bir yerlerde duruyor. Bu yüzden başımıza gelen her şeyde geçmiş hafızanın izlerine rastlayabilirsiniz.
Belgeselde köyün sakinleri ile mevsimlik işçiler arasındaki farklılıkları vurgulamak yerine onları aynılaştırarak göstermeyi seçmişsiniz. Bu tercihin sebebi nedir?
İki tarafın başına gelenler aynı aslında. İkisi de kapitalist ekonominin gadrine uğramış. Fındıkla zengin olma hayali kurarken, ücretli işçiye dönüşen Çiçekpınarlılar her yıl fındık hasadı süresince “mevsimlik patron” oluyorlar. İşçiler de “mevsimlik”, sözde patron olmuş köylüler de “mevsimlik”. İki taraf da kurban!
Olanı yansıttım, yine de belki daha uzun zaman geçirebilseydik farklı hikâyeler de çıkardı. Mesela bir Kürt kadın var belgeselde hiç konuşmuyor, sessiz. Nasılsın iyi misin diyoruz, burada bize bir şey yapmıyorlar, diye cevap veriyor.
(Söyleşinin tamamını Hayal Perdesi’nin 64. sayısında okuyabilirsiniz.)