Senem Tüzen’in yurt içinde ve yurt dışında pek çok festivalden ödülle dönen ilk uzun metraj filmi Ana Yurdu 13 Mayıs’ta vizyona girdi. Filminde anne-kız ilişkisini yakın markaja alan yönetmenle farklı kuşaktan kadınlar arasındaki ilişkilere sızan ataerkil iktidarı, anneliğin mitleştirilmesini, ilk filmini çeken bir yönetmen ve yapımcı olarak tecrübelerini konuştuk.
İlk filmlerin kişisel hikâyeler olduğu düşünülür. Ana Yurdu’nun hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
Memlekete senaryo yazmaya gitmiştim. Annem geldi ve bu durumun bende konsantrasyon sorunu, yalnız kalma arzusu gibi yan etkileri oldu. Taşraya gidip yazmak için kapanmada, yalnız kalma isteğinin dışında egomerkezci bir durum olduğunu fark ettim. Bu, şehirlinin bilinçdışında kendini oradakilerden üstün görmesi olabilir.
Başta bir erkek yazar düşündüm. Sakalını kaşıyarak konuşuyor, ağır abi. Memleketine gidiyor, kapanmış yazı yazacak. Annesi onu çocuk gibi madara ediyor sağa sola. Böyle bir komedi. Sonra kadın olsak bile neden ilk olarak erkek karakter üretme refleksimiz var diye düşündüm. Farkında olmadan içselleştirdiğimiz aşağılık kompleksi ve beslendiğimiz kaynakların çoğunluğunun erkek eserleri olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu reflekse karşı çıkmak için baş karakteri kadın olarak değiştirdim. Anne-kız konusunda epeydir çalışıyordum. Birden aydınlandım ve bu ikisi birleşti. Bir evde iki kadın hapsoluyor. Annelik, kadınlık, kız evlat olma hâli üzerinden çok şey çıkabileceğine kanaat getirdim.
Türk sinemasında böyle bir hikâye izlememiştim daha önce.
Film üretim ilişkilerine erkek hegemonyası hâkim olduğu için. İki kadın ilişkisinin erkek fantezisini cezbedici seksüel bir yanı yoksa niye filmi yapılsın ki? Talep edilen bir durum değil.
Anne-kız ilişkisi bazen patolojik bir boyut kazanabiliyor. Anlattığınız Nesrin’in geç kalmış göbek bağını kesme hikâyesi mi?
Evet, kesip kesmediği bile muğlak. En azından taşla vura vura koparabilmek için iyice ezdi.
Söyleşinin tamamını Hayal Perdesi'nin 52. sayısında okuyabilirsiniz.