Chloé Filistin’de doktor olarak çalışan bir Kanadalı’dır. Günlük görevini bitirdikten sonra duvarlarla bölünmüş bir coğrafyanın diğer yanına, yani İsrail tarafına geçerek evine ulaşır. Gündelik hayatını kâh Filistinli uçarı arkadaşıyla kâh İsrail kontrol noktasında görevli asker arkadaşıyla geçirmektedir. Filistinli arkadaşı Rand ikinci çocuğuna hamiledir ve tutuklu eşinin mahkemeye çıkmasını beklemektedir. İsrailli arkadaşı Ava ise yaptığı işten hoşlanmamaktadır. Bir akşam İsrail yerleşim yerine saldırı düzenlenir. Bunun üzerine Filistinli bir çocuk İsrail askeri aracı tarafından ezilir. Bu olaydan sonra Chloé arasına mesafe koyduğu savaş hakkında sorular sormaya başlar. Duvarın her iki tarafında bulunan yaşamlar onu bir taraf olmaya zorlar.
Bir filmin içindeki göstergeler karakterleri, mekânı ve filmin dünyasına ait öğeleri tanıtmak ya da dramatik hareketi neden sonuçlar dizgesi bağlamında açıklamak gibi işlevlere hizmet eder. Bazı göstergelerin ise filmsel dünya içinde hiçbir işlevi yok gibi görünür. Oysa bu göstergeler ideolojinin gizli duraklarıdır. Bu göstergeler örtük bir biçimde izleyiciye seslenir. İnşallah filmini bu açıdan değerlendirdiğimizde yönetmen A.B. Lavalette’nin filmi için söylenecek ilk şey bu filmin yerleşik olmayan bir Batılı’nın gözünden anlatıldığıdır. Filistinli bir Arap’ın ya da İsrailli bir Yahudi’nin gözünden değil, Chloé’nin gözünden görürüz toplumsal hayatı. Zaten dramatik çatışmayı oluşturan da bu “dışarıdan” olma halidir. İsrailli Ava’nın dediği gibi bu savaş Chloé’nin savaşı değildir. Ama bu dışarıdan olma hali zaman zaman Chloé’den taşar ve yönetmenin bütün görsel kompozisyonlarına, karakterlere, sahne mizansenlerine kadar uzanır. Diğer taraftan Chloé Filistinli Arap halkın yaşadıklarını anlamaya çalışır, onların yaşamlarına duyarsız kalamaz ve onların kültürlerine dâhil olmayı dener. Ama kamera Chloé kadar içinde değildir bu kültürün. Yönetmen bu kültüre daha uzaktan, Batı’dan bakar. Filmde yer yer oryantalist söyleme kayan bir dil olmasına rağmen, Filistin halkına dayatılan yaşamın izlerini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
Doğu’yu, Batılı Düşünme Biçimiyle Betimlemek
Edward Said Filistin doğumlu bir aydın olarak Oryantalizm kitabının girişinde oryantalizmin farklı veçhelerini ortaya koyar. Herhangi bir sosyal bilimler alanında şark üzerine araştırma yapan kişi şarkiyatçıdır (oryantalisttir). Ama oryantalizmin daha geniş bir anlamı vardır ki bu Doğu ve Batı arasındaki düşünce farklılığına dayanır. Diğer taraftan kavrama olumsuz bir değer yükleyen anlam bunlardan hareketle Doğu’yu Batılı düşünme biçimiyle betimlemek, forma sokmak ve böylece hiyerarşik bir sınıflama yapmaktır. (1) Bu açıdan değerlendirildiğinde filmin ilk sahnelerinden başlayarak Yahudi ve Arap yerleşimleriyle ilgili olarak kameranın rehberliğinde şunu görürüz: Arapların dar ve bakımsız sokakları, karanlık iç mekânların kasveti ve yoksulluğu, duvarlarda ölen ya da öldürülen kişilerin resimleri göze çarpar. Yahudilerin yerleşim yerlerinde ise gün ışığı, insanların sohbet ettiği kafeteryalar, düzenli apartmanlar vardır. Bu görüntüler çatışmaların günlük hayatın bir parçası olduğu bir coğrafya için yadırganacak görüntüler değildir şüphesiz. Bu görüntüler çok açık bir biçimde bize iki halkın yaşam koşullarına dair bilgi de vermektedir. Ancak bu yaşam koşullarının nedenleri konusundaki göstergeler ilk otuz dakikada oldukça az verilmiştir. Filmin daha ilk sahnelerinde Filistin tarafına geçen Chloé tam bir karmaşanın ortasına düşmüş gibidir. Etraftaki satıcıların gürültüleri ve kalabalık kameranın amatör çekimi andıran titremeleriyle artmış gibidir. Sonraki sahnelerde de bu karmaşa devam edecektir. İnsanlar yabancılara karşı önyargılıdır. Üstelik kendi iç ilişkilerinde de kabadırlar. Chloé’den bu ilişkilerde sürekli kendini ispatlaması beklenir. En büyük test ise İsrail tarafına Rand’ın yapacağı canlı bomba saldırısında bomba yüklü çantayı taşımasıdır ki, Chloé bu teklifi kabul eder.
Film, Arap yerleşim yerlerindeki yoksulluğun, karmaşanın ve yabancılara dair ön yargılarının nedenlerini göstermekte yeteri kadar başarılı olamaz ve bu nedenle de oryantalizmle iç içe geçmiş hümanist bir söylemi aşamaz. Saree Makdisi’nin “Said, Filistin ve Özgürleşme Hümanizmi” adlı yazısı İsrail işgalinin Arap halkının gündelik hayatına etkisini şu şekilde açıklamaktadır:“İsrail’in sözde barış süreciyle kurumsallık kazanan askeri işgal mekanizması kurbanlarını ateş ederek ve öldürerek olduğu kadar gündelik hayattaki ayrıntılarla (izinler, kurallar, kotalar, karneler, sokağa çıkma yasakları vb.) bunaltarak da sindirmeye çalışıyor; zira söz konusu olan gündelik hayatı en iyimser bakış açısıyla bunaltıcı bir ayrıntılar kâbusuna dönüştüren bir işgaldir.” (2) Arap coğrafyasındaki karmaşayı nedenleri en aza indirerek göstermek o coğrafyadaki kültürü tek boyutuyla ele almaktır. Üstelik bir kasabın “ilkel” koşullarda eti kesmesi ve Rand’ın annesinin elleriyle petek balı yemesi gibi sahnelerin film dünyasında Doğu klişelerini pekiştirmek dışında hiçbir işlevi bulunmamaktadır. İsrail duvarının kıyısındaki çöplerden işe yarar bir şeyler bulmaya çalışan Filistinlilerin savaş boyunca yok edilmiş tarım arazileri, ellerinden alınan temiz su kaynakları, ambargo nedeniyle birçok temel gıda maddesine ulaşamamasına dair hiçbir gösterge filmde bulunmamaktadır.
Yahudi Kolonilerinin Kızılderilileri
Gilles Deleuze Filistin Çalışmaları Dergisi’nin editörü Elias Sanbar’la 1982 yılında bir görüşme yapar. Sanbar Filistin halkına yapılanları aktarmaktadır:“Bizler farklı tahliye edilen insanlarız, çünkü yabancı topraklara doğru değil, bizim evimizin uzantısına doğru zorunlu bir şekilde yer değiştirildik(…) Biz aynı zamanda Filistin’deki Yahudi kolonilerinin Kızılderilileriydik.” (3) Filistin halkının “kendi evlerinin uzantısına” tahliye edilmesi ve yerlilik haklarının gaspıyla ilgili sahneler ve göstergeler filmin ilk yarısında yok denecek kadar azdır. Dahası İsrail yerleşim yerine yapılan saldırı sonrası İsrail askerlerinin Arap erkekleri sorguya çektiği sahnede kamera İsrail askerinin gözünden gösterir. Bizler seyirci olarak bu teknikle Arap halkına İsrail tarafından bakmaya yönlendiriliriz. Üzerlerine tutulan el fenerleri ışığında esmer tenli Arapların yüzlerini görürüz tek tek.
Edward Said Hümanizm ve Eleştiri adlı çalışmasında yazılı metin bağlamında şöyle bir tanımlama yapar:“Estetik düzlem ile milliyetçilik arasındaki gerilimleri çözmekten ziyade canlı tutma sorumluluğunu üstlenen, milliyetçiliği tartışmaya açmak, yeniden değerlendirmek ve ona karşı direnmek için estetik düzlemi kullanan ve bunu da ağır ama temiz bir alımlama ve kavrama becerisiyle yapan Amerikalı bir hümanist için en uygun görev nedir? Burada söz konusu olan, parçayı ve bütünü görmemize, nelerin ilişkilendirileceğine, nasıl yol alınacağına ve nelerden sakınılacağına karar vermemize imkân tanıyan bağları sağlamlaştırmak değil midir?” (4) İnşallah için yukarıdaki tanımlamayı kullandığımızda filmin ancak ikinci yarısında Arap halkına dayatılan yaşam koşullarının nedenlerini görmeye başlarız.
Otuzuncu dakikadan sonra Chloé Yusuf’un ölümü ve Faysal’la yaşadığı ilişki nedeniyle Filistin’deki yaşama daha fazla yaklaşmaya başlar. Hatta açık bir biçimde çatışmada taraf olmayı seçer. Sanki Chloé’nin seçimiyle yönetmen de Filistin halkına bir adım daha yaklaşmış gibidir. Filmin ilk elli dakikasında tek tük görebildiğimiz işgale ait ayrıntıları artık görmeye başlarız. Rand’ın annesinin yaşadığı köye gitmesi için İsrail tarafından izin belgesi alması ya da Rand’ın doğum anında İsrail askerinin hastaneye geçiş izni vermemesi gibi... Bu, filmin en dokunaklı sahnesidir. Chloé tüm çabalarına rağmen çocuğun doğduktan kısa bir süre sonra ellerinde ölmesini engelleyememiştir. Bu sahne hem Rand’ın hem de Chloé’nin öfkesinin keskinleşmesine neden olmuştur ve her ikisini Rand’ı İsrail’e düzenleyeceği intihar saldırısının da ortağı haline getirmiştir. Rand intihar eylemiyle şöyle seslenir:“Görünmeden yaşamaktansa ölümle var olmayı tercih ederim. Bir daha kimse var olmak için haklarımı benden alamayacak. Sevdiklerimle inşallah cennette buluşacağız.” Allah’ın izniyle temennimi Allah’a havale ediyorum anlamına gelen “inşallah” böylece seküler anlamda bir adaletin de sağlanamayacağına duyulan inançsızlığı dile getirir. Özgürce yaşama umudu fizik-ötesi dünyaya kalmıştır.
Filmin son sahnesi kendi toprakları üzerinde sürgün hayatı yaşayan bir toplumu sembolize etmesi açısından önemlidir. Rand’ın oğlu süper kahraman kostümüyle İsrail’in ördüğü duvarı delip küçücük delikten o tarafı görmeye çalışır. Delikten gördüğünü şöyle tarif eder:“Büyük bir ağaç, onun yanında da küçük bir ağaç büyüyor.” Bu ağaçlar annesi ve kendisi olabileceği gibi İsrail ve Filistin olarak da görülebilir. Rand’ın umutsuzluğuna karşılık geleceği temsil eden bir figür olarak bu küçük oğlanın umudu olduğu görünmektedir. Belki süper kahraman kostümlü bu çocuk Filistin’e dört gözle beklediği özgür ve insanca yaşamı getirecek kişidir.