Uyarı: Bu yazı filmle ilgili bazı sürprizleri ihtiva eder.
Yönetmenliğini Noah Baumbach’ın yaptığı, senaryolarını ortak yazdıkları Mistress America (2015) ve bilhassa Frances Ha’daki (2012) oyunculuğu ile akıllarda kalan Greta Gerwig, Lady Bird filminde yönetmen koltuğunda ilk defa tek başına oturuyor. Altın Küre’den “Müzikal veya Komedi Dalında En İyi Film”, “En İyi Senaryo” dahil olmak üzere dört ödülle dönen film, Oscar’da ise “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ödüllerinin de aralarında bulunduğu beş dalda yarışacak. Yalın anlatımı ve tüm iddiasızlığına rağmen büyük övgülere ve ödüllere mazhar olan film yılın en çok konuşulanlarından.
Joan Didion’dan alıntıyla “California hedonizminden bahsedenler Noel tatilini hiç Sacramento’da geçirmemiş olmalılar.” cümlesiyle açılıyor film ve karşımıza Sacramento’da yaşamaktan sıkılmış bir ergen Christine, namıdiğer Lady Bird (Saoirse Ronan) çıkıyor. Kendisine ailesinin koyduğu Hristiyani isim Christine yerine Lady Bird (Uğur Böceği) denilmesini tercih eden, Katolik lisesinin son sınıfındaki bu genç kızın büyüme hikâyesini izliyoruz. Üniversiteyi New York’ta okumak isteyen Lady Bird’ün annesi ile girdiği sözlü tartışmayı görüyoruz ilk sahnede. Gerwig’in yer aldığı önceki projelerde de öne çıkan anne kız ilişkisi, ev, yuva, aidiyet kavramları Lady Bird’de de ön planda. Lady Bird de her ergen gibi içindeki çatışma duygusunu dışa vurmak adına ebeveynlerinden birini seçmiş. Annesi ile tartışırken New York’taki okulları kazanma konusundaki kifayetsizliği dile getirilince, kendini arabadan aşağı atacak kadar gerilebiliyor ilişkileri.
Filmde Lady Bird’ün yaşadığı mekân, içinde bulunduğu sosyal çevre, okuduğu lise, her gün geçtiği yollar ve iflah olmaz can sıkıntısı adeta kendisine verilen isim gibi üzerine yapışmış vaziyette ve o da bütün bunları reddediyor, kurtulmak istiyor. Onun bu aciz can sıkıntısı, Tolstoy’un ifade ettiği gibi, arzuları arzulamaktan ibaret. Tüm bu detaylarla örülü, içinden çıkamadığı kimlik yumağı onun isminde sembolleştiriliyor, annesi ısrarla Christine dese de o adının Lady Bird olduğunu vurguluyor. Gerwig, handiyse bir belgesel gibi çektiği ve adeta kamerasının genç kızın hayatı üzerinden süzüldüğü filminde, bu küçük şehirde yaşayan ailenin sosyal hayatına dair de yalın bir portre sunuyor. Lady Bird’ün annesi hemşire Maria McPershon (Laurie Metcalf), evin bütün yükünü sırtlanmış vaziyette. Psikolojik sorunları olan kocasının işsiz kalması sebebiyle gece gündüz çalışıyor. Henüz 11 Eylül’ün üzerinden az zaman geçmiş, bu sebeple kızını New York’a gönderme konusunda gönüllü değil, zaten başarabileceğine de pek inanmıyor. Parasızlıkları attıkları her adımda sorun olarak karşılarına çıkıyor, okul başvurularında, sınıftaki arkadaşlarla iletişimde, duygusal ilişkilerde... En çok bu yükü taşıyan kişi, annenin gergin tabiatında dillendiriliyor maddi sorunlar. Bu aile tasviri içerisinde yer alan, aynı evde yaşayan Lady Bird’ün işsiz ağabeyi ve sevgilisi ise senaryodaki en büyük boşluk. Film içerisinde karakterleri derinleşmediği için evdeki varlıkları bir karaltı olarak kalıyor.
Sevgi Nefrete Karşı
Her anne gibi McPershon’ın da çocuğuna dair beklentileri yüksek. Kendisinin ulaşamadığı tüm başarıları onun üzerinde görmek istiyor. Kızına dönük sürekli eleştiren, kırıcı tavrı beklentisi oranında hırpalayıcı. Kızının “en iyisi” olmasını istiyor fakat Lady Bird’ün ancak bu kadar “en iyisi” olabildiğini göremiyor. Bu ise anne kız arasındaki nefret sevgi gerilimini artırıyor. Lady Bird, Gerwig’in bütün kadın karakterleri gibi sıradan, özel yeteneklere sahip değil, dağınık, sakar ve şaşkın. Mistress America’daki Brooke’un ifade ettiği üzere bu koca dünyada ne yapacağını çözemeyenlerden. O da her genç gibi kendisini akışa bırakıyor fakat hayal kurmaktan da vazgeçmiyor. Okula gidiyor, âşık oluyor, tiyatro kulübüne katılıyor, arkadaşlarıyla takılıyor ve bir taraftan üniversitelere başvuruda bulunuyor. Sınıfındaki zengin ve popüler gruba dahil olabilmek içinse kenar semtlerde yaşadığını gizliyor. Ailesinden utandığı için babasının onu okul kapısına kadar bırakmaması için her defasında bir bahane buluyor. İsmi gibi içine doğduğu ailesi ve kimliği ile bir türlü barışamıyor.
Mistress America’daki Tracy ya da Frances Ha’daki Frances gibi burada da Lady Bird’ün çok yakın bir arkadaşı var: Julie (Beanie Feldstein). Bu iki filmdekine benzer şekilde burada da yakın arkadaşlıklar bir nevi aşk gibi sunuluyor. Daha samimi başka bir ilişkiyi kaldıramıyor, beraber geçirilen vakitlerin coşkusu, samimiyetine paralel kopuşlar, mesafeler sancılı oluyor. Filmin en büyük mahareti hiçbir unsuru, karakteri, olayı abartmadan, çarpıcı, sarsıcı kılmadan tüm bunlara kayıtsız ve olabildiğince sade bir dille görüntüye aktarabilmesi. Yönetmen bu yaklaşımıyla filmdeki sahicilik duygusunu güçlendiriyor. Lady Bird’ü izlemek genç bir kızın fotoğraf albümüne bakmak gibi. Hayatını şekillendiren, karşısına çıkan insanların küçük dokunuşları, kimliğini kazanırken ona temas eden ve iz bırakan mekânlar, anların bütünü filmde art arda perdede sıralanıyor.
Gerwig’in filmlerinde olmazsa olmazlardan biri de New York. Lady Bird’de de bu sivilceli genç kızın varmak istediği noktayı imleyerek, şehre tıpkı büyüdüğü yer Sacramento gibi şahsiyet kazandırıyor. Brooke, Mistress America’da bitmeyen ve bir türlü gerçekleşmeyen planları arasında açacağı restoranı tasvir ederken gündüz devlet memuru, akşam süper kahraman olan bir roman kahramanından bahseder, gece kendi kendini yaratan bu kadını Amerika’nın özüne benzetir. Lady Bird için de New York hem tüm aidiyetlerinden bağımsızlaşacağı hem de yeni bir kimlik inşa edeceği mekândır. Zira New York’ta olmak, insanda hayattan saklanma değil, onu bulma isteği uyandırır. Lady Bird’ün kuralsız ve savruk arayışında ya da can sıkıntısında da kendi özüne dönük bulma arzusu saklıdır. Frances Ha’da Frances’in ya da Mistress America’daki Tracy’nin Amerika’ya gelmeden önceki son dönemleridir adeta Lady Bird. Sosyal çevre açısından ne kadar benzeşirler bilinmez ama sanata alakaları, dağınık tabiatları, tüm iddiasızlıklarıyla karakterlerin akrabalıkları rahatlıkla görülebilir. Gerwig’in muhtemelen kendi günlüklerinden yola çıkarak bu karakterleri yazıyor olması onları ete kemiğe büründürür. Zira Gerwig de Sacramento’da büyümüş, hemşire bir annesi var, Katolik lisesinde okumuş ve New York’a yazar olma hayalleriyle gitmiş.
Filmde Lady Bird’ün daha çok annesi ile ilişkisi üzerinden şahit olduğumuz tüm çatışma ve reddiye bir yandan da güçlü bir sevgi barındırır. Sacramento’ya dair yazdığı bir metni okuyan hocasının genç kızın çevresine yönelik dikkati olarak tanımladığı bakış açısını, sevgi olarak yorumlaması da buradan kaynaklanır. Lady Bird’ün ifade edemediği muhabbeti filmde perde perde açılır. Son sahnede kiliseden çıktıktan sonra ailesini aradığında ise somut bir şekilde dile dökülür. Christine adıyla kendini takdim etmesi, tüm bu sancılı büyüme süreci sonucunda kendi özüyle barıştığının ifadesidir. Filmin nihayetinde Christine tüm çatıştıklarıyla uzlaşarak bir nevi evini kendi içinde bulur ya da başka bir ifadeyle şimdiki zaman hayaletlerini de içine aldığı evini kendi içinde yeniden kurar.