Uyarı: Bu yazı filmle ilgili bazı sürprizleri ihtiva eder.
Geçtiğimiz sene vizyona giren iki film ortak temalarıyla dikkat çekti. Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri) tecavüze uğrayıp yakılan kızı için adalet isteyen Mildred’ın mücadelesini Coenvari bir ironik dille anlatırken beyaz erkeklerin hâkim olduğu yasa düzeninin kendisine yardımcı olmadığını fark etmesiyle kişisel adalet arayışını ekrana yansıtıyordu. Bu uğurda adam yaralama, karakolu yakma gibi yasa dışı eylemlerden kaçınmayan Mildred yasanın işlemediği yerde yasa dışına çıkmaktan beis görmüyordu. Fatih Akın’ın Paramparça (Aus dem Nichts) isimli filmindeyse Türk kökenli kocası ve küçük oğlu Nazilerin bombalı saldırısı sonucu ölen Alman Katja adalet mekanizmasının bırakın Naziler lehine, kendi aleyhine döndüğünü görünce kişisel intikamını alıyordu. Her iki film de tartışmalı bir biçimde beyaz erkeklerin egemen olduğu meşru düzene karşı mağdur kadınların kendi adaletlerini sağlama hikâyelerine odaklanıyordu.
Paul Thomas Anderson’ın son filmi Phantom Thread, daha küçük bir ölçekte de olsa benzer bir yaklaşım sergiliyor. Bu sefer ortada yasanın yardımcı olmadığı bir suç yerine kendi varlığını ortaya koymak ve sevdiği erkeği elinde tutmak için erkeğin kurduğu meşru ve tutucu dünyada yasa dışı yola başvuran bir kadın karakter yer alıyor.
Yatay ve Dikey Hatlar
Filmin biçimsel yapısını, filmi ikiye bölersek görmek daha da mümkün. Filmin daha başında ünlü Britanyalı modacı Reynolds Woodcock’ın atölyesini görürüz. Söz konusu atölye onlarca basamakla çıkılan bir binanın en üst katındadır. Başka bir ifadeyle onlarca basamak çıkarak, etrafında beyaz önlükler giymiş itaatkâr çalışanlarıyla Woodcock’un tanrısal dünyasına girmiş oluruz. Woodcock her zaman ayakta, dik duruşuyla, egemen tavrıyla beyazlar içindeki çalışanları içinde ulaşılmaz bir karakterdir. Kendisini çevirip çevreleyen kadın çalışanları dışında asil veya zengin müşterilerinin hepsi ona aşık olmaktan ziyade hayrandır. Woodcock’un her gün itinayla uygulanması gereken ritüelleri vardır. Kahvaltıda çalıştığı için onunla birlikte kahvaltı yapan herkes sessiz olmak zorundadır, o hangi kumaşı, rengi, aksesuarı seçerse itiraz edilmeden en mükemmeli diye onaylanmalıdır. Müşterileri diktiği giysileri handiyse kutsal birer kıyafetmiş gibi giyer. Kimse Reynolds’ın tercihlerine, dediklerine, alaylarına itiraz edemez; o Britanya sosyetesinin moda tanrısıdır.
Elbette söz konusu akış, bir çatışmayla karşılaşır. Reynolds İngiliz taşrasındaki evine gittiğinde orada bir restoranda Alman kökenli Alma ile tanışır. Etrafındaki kendisine hayran kadınlardan birini alıp sosyeteye sokmakla meşhur Reynolds Alma’yı görür görmez onu yeni gözdesi olarak kabul eder. Nitekim bu tanışma ve sonrası da Reynolds’ın hiyerarşik/dikey dünyasıyla anlatılır. Alma’yı çocukluk evindeki terzi atölyesine götüren Reynolds burada kadını prova ederken gene egemen konumdadır. Alma’nın beden ölçülerini aldığı sahnede kadının ölçülerini almaktan çok daha fazla bir şey yapar: Onu kendi zihnine, dünyasına, anlayışına göre biçimlendirmeyi amaçlamaktadır. Burada Bernard Shaw’un Pygmalion oyununa benzer bir durumla karşı karşıya kaldığımızı düşünürüz: Britanyalı karizmatik elit Woodcock taşralı Alma’yı alacak, onu kendi bildiğince yetiştirip güzelleştirecek, kendi “özel” dünyasına sokacaktır. Oysa Alma’nın Woodcock’ın dünyasına girmesiyle işler tam tersi bir yolda gider.
Yasak Meyve-Zehirli Mantar
Alma’nın onlarca basamakla, dakikalarca çıkılan Reynolds’ın yüce hayatına girmesiyle işler başka bir boyut kazanır. Zira Alma modacının daha önce sırf kendi yeteneğini, dehasını göstermek için hayatına soktuğu kadınlar gibi davranmaz. Herkesin sessiz olması gereken kahvaltılarda gürültü çıkarır, Reynolds’ın emin olduğu tasarımları eleştirir, nihayetinde Reynolds’ın kurduğu otoriter düzene isyan eder. Ancak herkesin hayranı olduğu ünlü modacı buna göz yummaz.
Burada Alma başta da sözünü ettiğim yasa dışı bir yola başvurur. Ormanda bulduğu zehirli mantarları kullanarak Reynolds’ı hasta eder. Bu hastalık yataylık-dikeylik diye bahsettiğim ikiliğin ikincisini devreye sokar. Artık merdivenlerden yukarı çıkan, dik duran, her daim otoriter bir adam yerine merdivenlerden düşercesine inen, bayılıp yere düşen, yatakta yatan bir Reynolds görürüz. Dikeylik yerini yataylığa, başka bir ifadeyle kendini tanrı gibi gören Reynolds kendisini artık insan olmaya bırakır.
Binanın en üst katındaki atölyesinde beyaz önlükleri içindeki itaatkâr çalışanlarıyla çevrelenen Reynolds zehirli mantar yüzünden güçsüz, zayıf, yeniktir artık. Bir anlamda yasak meyveyi yiyen Adem gibi, Reynolds da Alma elinden zehirli mantarı yiyerek göksel iktidarından yeryüzüne düşüp insan olur. Artık Alma’ya muhtaçtır. Dahası bu durum ikilinin arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Alma Reynolds’ın tanrısal gücünden rahatsız değildir, tek derdi onun da kendisini sevmesidir. Bu da ancak yasak meyveyi yiyip Reynolds’ın zayıf bir insan olduğunu anlamasıyla mümkündür. Nitekim filmin sonunda bu yasak meyve ritüelinin karşılıklı kabul gördüğü anlaşılır. Reynolds kendisini bir modacı, bir tasarımcı, dahası dahi bir sanatçı gibi göklerde görürken Alma sayesinde dünyaya iner. Alma aslında Reynolds’ın buna ihtiyacı olduğunu düşünür. Gece gündüz tanımadan işine tutkuyla odaklanan modacı ancak bu sayede “insan” olur; kendi zayıf halini, başkalarına, en başta da Alma’ya ihtiyacı olduğunu görür ve onu daha çok sever. Alma’nın yaptığı yasa dışı bir eylemdir ama Reynolds’ın da onayladığı gibi onu “ayakta duracak kadar” zehirlerse bir sıkıntı yoktur. Burada Alma’nın işlediği suça odaklanmak bir yana Reynolds’ın da buna ihtiyacı olduğunu görmek gerekir. Aşk iki tarafın zayıflıklarını, zaaflarını ve birbirlerine ihtiyaç duymaları gerektiğini anladıkları yerde, tam da yeryüzünde insan olmayı kabul etmeleriyle başlar.