Başlangıç (Inception, 2010), bu yıl sinemaseverlerin büyük bir heyecanla bekledikleri filmlerden biriydi. Kuşkusuz bu bekleyişin en önemli sebebi, filmin yönetmeninin Christopher Nolan olmasıydı. Nolan -2002 tarihli Insomnia’yı saymazsak- filmografisi boyunca, çıtayı sürekli yükselten ve seyirciyi hem memnun eden hem de şaşırtan bir yönetmen. Bu yüzden olsa gerek son filmi Başlangıç daha gösterime girmeden büyük bir beklenti yarattı. Nolan, ilk filmi Following (1998)’de kimlik ve gerçeklik, artık kültleşmiş olan Memento (2000)’da zaman ve kurgu meselelerine odaklanırken, Prestij (2006) filmi ve Batman serisiyle büyük prodüksiyonlara da imza atabileceğini gösterdi.
Başlangıç, Nolan’ın temalarını işleyebileceği bir zeminde hareket eder: Düşler. “Yaşadığımız hayat bir düş mü, düşlerin içinde sıkışıp kaldık mı, gerçek dediğimiz bir rüyadan mı ibaret?” gibi karmaşık, verimli ama cevapsız sorulara imkân sağlayan düş teması, yönetmene gerçeklik, kurgu, zaman ve kimlik gibi dert edindiği meseleleri rahatça ele alma fırsatı verir. Peki filmin konusu ve işleniş biçimi, yönetmenin bu soruları derinleştirmesine, filmdeki düş sahneleri gibi meseleyi katman katman işlemesine sebep olur mu? Orası biraz kuşkulu… Kuşkulu zira filmin yüzeyine yayılan “düş mü, gerçek mi” ikilemini kaldırdığımızda geriye görselliğiyle etkileyici ama hikâyesiyle sıradan bir aksiyon filmi kalır. Başlangıç, çoğu aksiyon filminde gördüğümüz yasadışı işler yapan, yetenekli bir ekibin hikâyesini anlatır: Yedi cüceler gibi alaycısı, çapkını, zekisi olan bu ekibe “politik doğruculuk” gereği bir de Müslüman eklenir. Elbette başlarında, kişisel sorunlarıyla boğuşan ama işini çok iyi yapan bir lider var. Bu çok tanıdık ve sıkıcı ekibin A Takımı’ndan veya Cehennem Melekleri’nden tek farkı, yaptıkları iş: Müşterilerinin, rakiplerinin zihinlerine giren ekip, buradan sırları ve fikirleri çalar. Ancak son işlerinde başarısız olduklarında yeni bir teklifle karşılaşırlar ki Başlangıç’ın en yaratıcı kısmı da burasıdır: Zihinden fikir çalmak yerine zihne fikir yerleştirmek. Fakat bu düşünce, “Bir fikir nasıl doğar, bir fikrin esas sahibi kimdir, zihnimize ne kadar hâkimiz?” gibi sorulara zemin açmak yerine “görsel bir şıklık” olarak kalır ve aksiyon tutkusuyla Holivud’a özgü bir muhafazakârlığa yenik düşer. Sözkonusu muhafazakârlığın asıl odak noktası da ekibin liderinde gerçeklik kazanır.
Matrix serisinin ilkinde Neo, Dark City (1998)’de John Murdoch, filmin sonunda kahraman olmadan önce varoluşsal bir sıkıntının içinde debelenir. Varoluşlarına ilişkin sorunun ne olduğunu bilmeseler, dertlerini tam anlatamasalar da sürekli “neredeyim, kimim ben” bakışıyla şaşkın şaşkın dolaşırlar. Bu şaşkın bakış, klişe gibi gözükecek ama söyleyelim, kapitalist toplumda yaşayan modern bireye özgü bir alegoriden başka bir şey değildir: Kafka’nın Dava’sındaki Joseph K. gibi ne suç işlediğini bilmese de suçlu olan, kendini ifade edemese de acı çeken, vicdan azabı yaşayan bu şaşkın erkek modeli, filmlerin sonunda benliğini ve yaşadığı toplumu sorgulamak yerine Holivud ideolojisini tahkim etmek üzere kahraman olur. Başka bir ifadeyle filmin başında açılan ve seyirciyi soru sormaya davet eden gedik, kahramanlık harcıyla kapanıp birden bire kayboluverir. Benzer bir şaşkınlık ve acı, Başlangıç’ta da mevcut. Ekibin başındaki Cobb (Leonardo DiCaprio), düşlerin içinde yaşadığı için sürekli gerçekliği sorgular sorgulamasına ama bu muhasebe, kişisel bir acıdan öteye gitmez. Dahası Cobb, acısını dindirmek için içinde bulunduğu durumla mücadele etmek yerine, yaptığı işe daha da sarılır. Oysa işini daha iyi yapması, kısırdöngüye sebep olur ve çektiği acıyla yaşadığı şaşkınlığı gidermek yerine bunları daha da tahkim eder. Dahası Cobb’un son işi almasının sebebi, sözünü ettiğimiz muhafazakâr ideolojiye de gayet uygun ve basbayağı sıkıcı bir klişeden ibarettir: Cobb, Amerika’ya gidip çocuklarına kavuşmak ister, ancak kanun kaçağı olduğu için sınırdan geçemez. İşvereni görevinde başarılı olursa Cobb’un Amerika’ya gitmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla sözkonusu alegori, muhafazakârlığını korumaya devam ettiği gibi burjuva erkeğinin “her şeyi çocuklarım için yaptım” diye sızlanmasına da imkân sağlar. Böylelikle “gerçeklik nedir” gibi “devrimci” ihtimaller taşıyan bir sorgulama, babalık duygusuyla örtbas edilir. Gerçeklik rüyalara feda edilirken rüyalar da “bir tatlı hayal”e dönüşür.
Bütün bu kişisel hikâyenin yanında Cobb ve ekibinin gerçekleştirdiği görev de sözkonusu muhafazakâr ideolojiyi yeniden üretmekten öteye geçmez. Ekibi tutan işveren, rakip şirketin yöneticisinin bilinçdışına şirketin geleceğini olumsuz yönde etkileyen bir fikrin yerleştirilmesini ister. Başka bir ifadeyle “yasalara saygılı” serbest piyasa ekonomisi, rakiplerini alt etmek için yasadışı yollar kullanmaktan geri kalmaz. Böylesi yasadışı yollar için Cobb gibi aile babalarından daha uygun bir seçenek de yoktur aslında. Bu sayede işveren, rakip şirketin pazardaki payını küçültürken veya rakip şirketi yok ederken Cobb gibileri de “çocuklarım uğruna yaptım” bahanesine sığınır.
Başlangıç, görsellik ve aksiyon açısından seyirciyi tatmin etse de filmin yüzeyini kazıdığımızda karşımıza muhafazakâr bir hikâyeden başka bir şey çıkmaz. Dahası“zihne fikir yerleştirmek” dışında filmin getirdiği yaratıcı bir yenilik de yok denebilir. Film, kapitalist toplumda yaşayan bireyin bilinçdışında taşıdığı şaşkınlık, korku ve vicdan azabına işaret etse de bu kaygıların nedenlerini sorgulamaz; sözkonusu varoluşsal sorunları “işini iyi yapmak” ve “ailesine kavuşmak” gibi Holivud klişeleriyle geçiştirmeye, örtbas etmeye çalışır. Ele aldığı meseleleri derinleştiremediği için filmin son sahnesinin seyirciye hissettirdiği “rüya mı, gerçek mi” duygusu da basit bir şaşkınlıktan öteye geçmez.
Freud, Düşlerin Yorumu’nun sonunda “düşler bilinçdışına giden kral yoludur” diyordu. Başlangıç, bize modern bireyin bilinçdışını bir an için gösterip sakladıktan sonra, bireyin bilinçdışından çıkan hortlakları iş ve aile gibi kaygılarla nasıl bastırdığını da ima eder. Ancak sözkonusu bastırma, bilinçdışını yok etmediği gibi bireyin gerçeklik duygusunu da kaybetmesine yol açar. Dolayısıyla Cobb’un film boyunca yaşadığı şaşkınlık ve korku, bir türlü ele gelmeyen ve hâkim olunamayan gerçek dünyayla arzu ve isteklerin yönettiği düş dünyası arasındaki gerilimi yansıtır. Cobb, düşle gerçeği bir araya getirmeye çalışarak her iki dünyaya hâkim olmak istedikçe elindeki her şeyi daha da çabuk kaybeder. Zira gerçek dünya, karmaşası ve büyüklüğüyle bireyin iktidarını yıkarken düş dünyası da tek kralın bilinçdışı olduğunu söyler.