11 Eylül saldırısı, liberal demokrasilerin “içindeki canavarı” göstermesi bakımından turnusol kağıdı işlevi gördü. O güne dek siyasi ve entelektüel söylemde “ötekine saygı”dan, “öteki ile birlikte yaşamak”tan, çokkültürlülükten, kültürel alışverişten söz eden Batılı demokrasiler, saldırıdan hemen sonra hedef tahtasına ilk önce ötekileri oturttu. Bu da söz konusu ötekilik söyleminin bilinçaltında gizli bir dışlayıcılığının yer aldığını, zamanı geldiğinde bu dışlayıcılığın nasıl yüzeye çıktığını gösteriyordu. Aynı şekilde demokrasilerin totaliterlikten fersah fersah uzak olmak bir yana, totaliterliğin ta yanında durduğunu da. Şartlar uygun olduğunda demokrasi çok kolay faşizme kayabilir ve düzenin tehdit edildiğini anladığınızda “özgürlük mü, güvenlik mi” tartışması laf salatasından ibaret kalır, yerini “güvenlik mi, ultra-güvenlik mi” tartışmasına bırakır.
11 Eylül, Amerika’da, o güne dek belki açık açık tartışılması imkânsız bir soruyu gündeme getirdi: Ulusal güvenlik söz konusu olduğunda işkence meşru olur mu? Muhafazakârlar ellerini ovuştura ovuştura demokrat, liberal entelektüellerin çaresizliğini seyrettiler ve yıllardır savundukları düşüncenin kamuoyunda tartışılmasının keyfini çıkardılar. Entelektüeller çaresizdi zira tehdit eskisi gibi kâğıt üstündeki bir varsayımdan, akıl oyunundan ibaret değil düpedüz gerçekti ve şehirli entelektüellerin arası gerçeklerle pek iyi değildi.
Amerika’nın büyük çaresizliği, Gregor Jordan’ın filminde bilinçli -veya bilinçdışı- bir şekilde karşımıza çıkıyor: Film bir yandan ulusal güvenlik hatrına da olsa işkencenin yapılmaması gerektiğini söylerken bir yandan da -özellikle finaliyle- “işkencenin faydasız olmadığını da akılda tutmak gerek” diyor. Bir yandan askeri ve sivil bürokrasinin aslında umursamazlıktan başka bir şey olmayan hantallığını, pis işlerden kaçındığını gösterirken diğer yandan bürokrasinin karşısına işleri hızlandırmak için çabalayan, haklı gerekçelere sahip, “Bosnalı bir savaş kurbanı”yla evli bir işkenceciyi koyuyor. İşkencecinin gerekçelerini, merhametini ve profesyonelliğini gösteren film, işkence gören Amerikalı Müslümanın da acımasız olduğunu göstermekten geri kalmıyor ve böylece dengeli bir tutum sergilediğini düşünüyor. Oysa film dengeyi sağlamak yerine alabildiğine yalpalıyor. Yalpalıyor çünkü söz konusu tutum, iktidarı yeniden üretmekten başka bir şey yapmıyor. Alenka Zupancic, tarafsızlığın iktidara ait olduğunu söylüyordu. İşte film, taraflı olduğu için değil tam aksine tarafsız olmak istediği için iktidardan yana oluyor. Yalpalıyor çünkü “politik doğruculuk” ile real politik arasında bir bileşim kurmaya çalışıyor. Daha da önemlisi söz konusu tarafların söylemi denge oluşturmaya müsait değil. Zira Amerikalı Müslüman Yusuf’un, elli kişiyi öldürdüğü için kendisine kızan FBI ajanı Helen’e verdiği cevabı dengeleyecek hiçbir kuvvet yok: “Elli sivil öldürdüm diye gözyaşı dökmemi mi bekliyorsunuz? Siz her gün o kadar kişiyi göz kırpmadan öldürüyorsunuz!”
Bu anlamda filmin kafa karışıklığı, Batılı liberal demokrasilerin kafa karışıklığını özetliyor. Söz konusu dengesizlikle karışıklık, filmin yalpalamasına sebep oluyor olmasına ama aynı zamanda devletin “ek yerlerinin” görülmesini de sağlıyor. İsmi bilinmeyen işkenceci H. ile FBI ajanı Helen arasındaki gerilimli ilişki, sadece bürokrasinin işkence karşısındaki ikiyüzlü tutumunu ifşa etmekle kalmıyor, devletin “masa başı” işlerini yapan memurlarıyla “kirli işleri”ni yapan görevlilerinin aslında aynı kâğıdın iki yüzü olduklarını, dolayısıyla H.’in Helen, Helen’in de H. olması için fazla çaba sarfetmeleri gerekmediğine dikkat çekiyor.