Rita Felski akademik dünyadaki “nesnel yaklaşımların” aksine sıradan okurun edebiyatla ilişkisinin daha kişisel ve duygusal olduğunu söyler. Felski’ye göre okurun metin karşısında yaşadığı dört an vardır: Tanıma, büyülenme, bilgi ve şok. Okur bir metni okurken kendini tanır, metinden yeni şeyler öğrenir, kahramanlarla yolculuk ederken büyülenir, bazen de şoka uğrar. (1) Akademik eleştirinin metinle okur arasına mesafe koyan yaklaşımlarına (yapısalcılık, Marksist eleştiri, yapıbozumculuk) karşı fazlasıyla naif görünen bu dört an bizim neden edebiyattan vazgeçemediğimizi de ifade eder. Zira yapısalcılığın metni yazardan ve okurdan koparan yaklaşımı, yapıbozumculuğun metni ötekileştirmesi veya Marksist eleştirinin metinde ideoloji arayıp durması karşısında bizler tam da Felski’nin sözünü ettiği dört eylem için sanat eserleriyle iletişim kurarız. Bir metin, başkaları kadar kendimizi tanımamıza, “sanat eserleri bir şey öğretmez” diyen uzmanlara inat yeni bir şeyler öğrenmemize, sıkıcı hayatlarımızın aksine yaşanan maceralarla büyülenmemize, kendi ahlâki kalıplarımızın dışına çıkıp şoka uğramamıza “yarar.”
François Ozon’un son filmi Evde (Dans la maison, 2012) “çağdaş sanata” dair yaptığı keskin alaylar, edebiyat dünyasına ve Hitchcock’a yaptığı göndermelerin yanında bize edebiyatla olan yakın ilişkimizi tekrar hatırlatıyor: Çağdaş sanatın tumturaklı lafazanlıklarına bakmayın bizler edebiyatı “yararları” için okuruz.
Cumhuriyetçi bir müdürün sıkıcı ve tektipleştirici idaresi altındaki bir liseye gelen “eskinin başarısız yazarı” yeninin Edebiyat Öğretmeni Germain, kompozisyon derslerinde bir arkadaşının evinde olup bitenleri kendine has üslubuyla kaleme alan Claude’ün yazdıklarından etkilenir. Başlangıçta ahlâki bulmadığı için şoka uğrayan Germain, daha sonra işin içindeki edebiyata odaklanarak Claude’ün yazdığı maceranın büyüsüne kapılır, macerayla birlikte hem anlatılan aileyi tanır hem de kendi aile ilişkilerini yeniden öğrenir. Bu şok, büyülenme, tanıma ve öğrenme başlangıçta keyifli bir hal alsa da “hayatın gerçekleri” karşısında Germain’in kendisini yazılanlara (edebiyata!) fazlasıyla kaptırması onu mutsuz bir sona sürükler.
Walter Benjamin bir roman okuduğu sırada okurun aslında neyin peşinde olduğunu dile getirirken söz konusu mutsuzluğu da ima eder:“Ancak roman okuru aslında “hayatın anlamını” ortaya çıkaracağı insanları arar. Bu yüzden de o, ne olursa olsun, onların başlarına gelecek olan ölümü paylaşacağını önceden bilmelidir: Gerekirse onların mecazi ölümlerini -romanın sonunu-, fakat tercihan hakiki olanını. Kahramanlar ölümün -tamamen belirli bir ölümün, tamamen belirli bir yerde, onları çoktan beklediğini okurun anlamasını nasıl sağlar? İşte bu, okurun romandaki olaylara dönük yakıcı ilgisini besleyen meseledir.
Roman, sadece başkasının kaderini, belki de öğretici bir biçimde bize sunduğu için önemli değildir; roman önemlidir zira bu yabancının kaderi onu tüketen alevin erdemiyle, kendi kaderimizden asla çıkaramayacağımız sıcaklığı getirir. Okuru romana çeken de ürpertili hayatını okuduğu bir ölümle ısıtma ümididir.” (2)
Başkaca söylersek, bir metinde bizi asıl çeken ve bizi mutsuz eden şey, bizim hayatımızın sıkıcılığına, durağanlığına, dahası anlamsızlığına karşı bir anlamın mevcudiyetine olan inancımızdır. Bizler kendi kaderimizden çıkamasak da kendi kaderinden kurtulmaya çalışan roman kahramanlarına hayranlık duyarız. Diğer bir ifadeyle, evimizi terk etmeye cesaret edemesek de evini terk etmeye cesaret eden kahramanların hikâyelerini okumayı severiz. Bu terk etme onların ölümü pahasına da olsa…
Edebiyat metinlerini böylesi bir ev metaforuyla anlatmak mümkün olabilir mi: Filmdeki lisenin adının Flaubert olması bize hayatından alabildiğine sıkılan Esther’in sürekli “çekip gitmeyi” düşünen Madame Bovary’den ilham aldığını söyler. Bir başka Flaubert romanı olan Duygusal Eğitim’inin kahramanı da tıpkı Claude gibi sevdiği kadınla yakın olmak için onun evine girmeye, ailesiyle yakınlaşmaya çalışır. Jack London’un Martin Eden’inin bir eve giriş sahnesiyle açılması, Martin’in o evi ve evde yaşayan Ruth’u tanımasıyla bütün hayatının alt üst olması tesadüf olmasa gerektir. Tıpkı yazarıyla kahramanını bir araya getiren Unamuno’nun Sis’indeki maceranın Augusto’nun bir evin önüne gelmesiyle başlaması gibi.
Örnekler çoğaltılabilir -çoğaltıldığında muhtemelen ilginç bir manzara da çıkar ortaya. Ancak okur ve kahramana odaklanırken şu soruyu gözden kaçırmamak gerekir: Okur, okuduğu kahramanın ölümü uğruna hayatın anlamını bulma hevesiyle okur; kendi evini terk etmeyi göze alamadığı için. Kahramansa kendi evini terk edemeyen okura inat hayatın anlamına sahip olmak uğruna evini terk edip ölümle karşılaşır. Filmdeki gibi, evinden memnun olmayan okurla yazarın gönül birlikteliği karşısında yazarın ısrarla başını sokacak bir ev aramasına ne demeli?
(1) Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar?, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, 2010.