Lars von Trier için şunu söylemekte bir beis yok sanırım: Trier ve filmleri bir bütündür, parçalanamaz ve Trier’le filmleri ya ölesiye sevilir veya ölesiye nefret edilir. İlk sinema çalışmalarından beri “itici ve provokatif” bulunan Trier’in son provakasyonu Melankoli de sözünü ettiğim sevgi-nefret ikiliğinde yerini aldı. Bunda elbette yönetmenin de büyük bir payı yok değil. Filmleri kadar açıklamalarıyla da her zaman tartışma odağı haline gelen Trier, Cannes Film Festivali’nde sarf ettiği “Hitler’e sempati duyuyorum” sözleriyle eleştiri oklarından nasibini almakla kalmayıp istenmeyen adam ilan edildi. Oysa Cannes’daki tek sansasyon bundan ibaret değildi. Film eleştirmeni Lisa Nesselson’un aktardığına göre aynı festivalde Hayat Ağacı (The Tree of Life, 2011)’nın basın toplantısı sırasında Brad Pitt “çocuklarını dövdüğünü ve onları cezalandırmak için yemek vermediğini” söylemişti. Ancak Nesselson’un da hayretle vurguladığı gibi ne kimse toplantıyı terk etti ne de Brad Pitt, Trier’e reva görülen muameleyi gördü. (1) Buradan şöyle bir psikanalitik sonuç çıkarmak mümkün mü: Fantezi, gerçekten daha korkunçtur. Trier’in fantezisi (Hitler’e sempati duymak) karşısında Pitt’in gerçeği (çocuklarını dövmek) daha anlaşılabilir ve masum bulunmuştu.
Trier’in filmlerini ve Nazilerle, kadınlarla ilgili açıklamalarını onun Batılı aydınlara özgü alaycı yaklaşımıyla ve Amerikan karşıtı bir kuşağın çocuğu olmasıyla da beraber düşünmek gerekir. Trier belki fazla kışkırtıcı ve teşhirci bir yönetmendir ama söz konusu rahatsız edici ironinin altında Amerika karşıtlığı ve Amerika ile cisimlenen liberal hümaniter ahlâka yönelik düşmanlığı gözükür. Nitekim yönetmenin Karanlıkta Dans (Dancer in the Dark, 2000), Dogville (2003) ve Manderlay (2005) gibi filmleri, Amerika’ya özgü ahlâk anlayışına karşı alabildiğine karanlık anti-hümanist bir göz kırpıştır. Son filmi Melankoli ise hem başrolünde Hollywood’un önemli isimlerine yer vermesi hem de onları yer aldıkları hümanist bağlamdan koparmasıyla dikkat çeker. Üstelik Wagner sevgisi ve kaygıya yaptığı atıfla yönetmenin filmografisindeki “tutarlılığa” işaret eder. (2)
Trier’den Dünyanın Sonu Fantezisi
Tarih boyunca dünyanın sonuna dair seküler tasavvurlar gündemden düşmedi. Daha öncesini es geçsek bile önümüzde bir hayli örnek mevcut. 2000 yılı dünyanın sonunu getirmese bile dijital bir kıyamete yol açacaktı ama beklenen olmadı. Dünyanın birçok yerinde, özellikle garip cemaatleriyle ünlü Amerika’da kıyamet teorileri durmaksızın devam ederken işe Mayaların takvimi yetişti. Uzmanların araştırmasına göre Maya takvimi 21 Aralık 2012’de sona eriyordu. Bu da 3661 yılda bir dünyamıza teğet geçen Marduk isimli gezegene işaret ediyordu. Bilim çevrelerinde alay konusu olsa da çoğunluğu bilim insanları tarafından yazılan yüzlerce esere konu olan böylesi bir “alt kültür” vardı ve buna göre Marduk yaklaştığında dünyanın çeşitli yerlerinde depremden sele kadar birçok doğal afet gerçekleşecek, milyonlarca insan hayata veda edecekti. Literatürde biri kötümser, diğeri iyimser iki yorum var: Kötümser olana göre dünya hepten yok olacak, iyimser olana göre ise onca felaketten sonra yeni bir “altın çağ” başlayacak. (3)
Böylesi çağrışımlarla ve malzemeyle dolu bir konunun sinemadan uzak kalması mümkün mü? Nitekim çeşitli felaket filmleri (Salgın, Yeryüzündeki Son Aşk), konuyu melodrama çeviren yapımlar (Başka Bir Dünya) gösterimde yerini alırken Trier de son filmiyle bu kervana katıldı. Ancak katılması, bugüne kadarki çalışmalarında eksik olmayan yapıbozumcu tavırdan uzak olmadı.
Burjuvazinin Endişesi, Kadının Kaygısı
Upuzun bir düğün sahnesiyle başlayan Melankoli başlangıç kısmıyla adeta seyirciyi rahatsız etmek için hazırlanmış gibi görünür. Trier bir yandan “gösterişli burjuva düğünü”nü yaşanan çeşitli aksilikler ve çatışmalarla yerle yeksan ederken seyirciye iki mesaj verir: “Sen de burjuvasın ve böyle sıkıcısın”, ile “kendini görmek istemiyorsan yarısında çık!” Oysa söz konusu düğün kısmı, çekim tekniği açısından Dogma tarzına selam gönderdiği gibi gramatik anlamda “geçişli” bir endişeye de yer verir. Burjuvazinin endişesi her zaman bir nesneye bağlıdır. Burada Freud’un Yas ve Melankoli isimli makalesini hatırlamakta fayda var. Yasın bir nesnesi varken melankolinin sorunsalı nesnesiz olmasıdır. Bu bağlamda, filmin ilk bölümü kabul edebileceğimiz düğün sahnesinde burjuvazinin endişesine dair “nesne”leri görürken ikinci kısımda geçişsiz olan kaygıyla karşılaşırız. Zira endişeye karşılık kaygının nesnesi “hiçlik”tir. (4)
Filmin ilk yarısında sıkıntısını gördüğümüz Justine (Kirsten Dunst) ikinci yarıda dünyanın sonunun geldiğine yönelik açıklamalarıyla hiçliği karamsar bir eksende vurgular. Dünyanın sonunun gelmesinin bir anlamı yoktur, zaten dünya bir anlamsızlıktan, başka bir ifadeyle söylersek hiçlikten ibarettir. Öyleyse sonunun gelmesi de bir anlam ifade etmez. Oysa kızkardeşi Claire (Charlotte Gainsbourg) -ki Claire “aydınlık” demektir- hâlâ bir anlamın peşindedir, hatta kocasının bir bilim insanı olması sebebiyle dünyanın sonunun gelmeyeceğine dair bir inanç taşır. Trier’in buradaki vurgusu inançtadır zira Melancholia isimli gezegenin dünyaya çarpacağını bildiği halde gerçekleri saklayan bilim insanı John (Kiefer Sutherland)’un dediklerine inanmaktadır. Trier’in kendi depresyon tecrübelerinden de hareketle oluşturduğu Justine karakteri karşısında inancı ve bilimi savunan Claire ve John yanlış bir tutum içindedir. Claire sonuna kadar inancını korusa da John gemiyi en son erkekler terk eder düsturuna karşı çıkarak intihar eder ve kadınlarla çocuğu tek başına bırakır. Söz konusu terk ediş Claire’in inancını da sarsar.
Önce Kadınlar ve Çocuklar
Trier’in yapıbozumcu tavrı en çok bu ikinci bölümde gözler önüne serilir. Burada Hollywood’un anaakım felaket filmlerine (ki bu filmler aynı zamanda felakettir!) aykırı bir yapı sergilenir. Öncelikle filmde felaket filmlerine has aksiyondan tek bir iz bile yoktur. Film başlangıçtaki yavaşlığı ile devam eder. Kimse kahramanlık yapmaz, volkanlar patlarken uçağını uçurup hayatta kalmaz. Bu tür filmlerde görülen kahramanca davranışlardan iz yoktur, erkek karakter daha felaketi görmeden intihar eder, kahramanlık olmadığı gibi “önce kadınlar ve çocuklar” diye klişeleşen tabirin aksine filmin sonunda dünyanın yok olmasını bekleyen iki kadını ve bir çocuğu görürüz. Üstelik Claire gibi ümitvar bir karakter de artık bütün ümitlerinden vazgeçmiştir.
Bu tür bir yapıbozumcu tavır Trier’in filmografisine aşina olanlar için yabancı değildir. Medea’da tiyatroyla sinema arasında gidip gelen, Dogville ve Manderlay’de Hollywood ile alay eden, Karanlıkta Dans’ta müzikal kalıplarını kullanarak müzikalin temellerini tahrip eden bir yönetmen olarak Trier son filminde felaket filmlerinin klişelerini yıkmakla farklı bir şey yapmaz. Bu da bir kez daha hem Trier’in janr’ları çok iyi bildiğini hem de onları elinden geldiğince bozduğunu ima eder. Üstelik bunları yaparken eleştirmenlerce sürekli yerilse de kariyerinin başından beri gönderme yaptığı Nazi estetiğinden, hatta kitsch’den ve sanat tarihine yaptığı referanslardan da vazgeçmez.
“Kendi kendini yaratan” Trier
Trier’in filminde Albrech Dürer’in ünlü resmi Melencolia 1’e atıf yapmadığını söyleyebilir miyiz? Öncelikle resmin odağında bir kadın vardır. Başka bir ifadeyle: Melankoli kadındır. İkincisi, zamanın durağanlığıdır. Melankolik kişilik için zaman yavaş akar. Filmin ilk kısmının başında gördüğümüz olabildiğince yavaş Wagner prelüdü de bu fikri doğrular. Sonrasında film kadının melankolisine odaklanır. Burada Justine ve Claire arasında bir tezat olsa da Trier tarafını tutar: Dünya yok olacaktır, hiçlik kazanacaktır. Trier melankolinin simgesi “kara güneş” yerine küçük bir gezegeni, dahası dünyayı andıran bir gezegeni tercih etmiş ve ona (bir anlamda dünyamıza) Melancholia adını vermiştir.
Trier’in kendi depresyonundan (ki tedavi gördüğü bilinmektedir) yola çıkarak hazırladığı film, nihayetinde bir yok oluşa varır. Zira depresyon durumundaki insanda dünya gerçekten yok olmasa da yok olacakmış hissi uyanır. Melencolia 1 isimli eseri yapan Dürer’in “Ben Nürnbergli Albrecht Dürer, yirmi sekiz yaşında kendimi yarattım!” ifadesini de düşünürsek sinema serüveninin başlangıcından beri kendini zaman zaman yıkarak “yarattığını” ifade eden Trier’in seçimlerini anlamak da kolaylaşır. (5)