Robert Luis Stevenson, Gotik romanı Dr. Jeykll ve Mr. Hyde (1886)’ı yazarken on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında birer psikolojik tedaviden ziyade “temaşaya” dönüşen hipnoz gösterilerinden ilham almıştı. (1) Charcot’nun hipnotize ettiği histeriklerin içinden sanki bir başkası çıkıyor, hipnoz edilen kişi başka birine dönüşüyordu. Stevenson’ın histeriklerden ilhamla yazdığı kitapta bahsi geçen “karanlık ikiz” teması, içimizde bir başkasının, karanlık bir öteki’nin varlığını ima ediyordu. Aynı dönemde Freud da Charcot’nun çalışmalarından etkilenmiş ama hipnozun tedavi için uygun olmadığını düşünmeye başlamıştı. Hemen çok yakın bir tarihte söz konusu Gotik edebiyat eserlerinin yanı sıra iki yenilik daha çıktı: 1896’da Freud bilinçdışından söz etmeye başladı, aynı yıl Lumiere Kardeşler sinemayı icat etti. Geç dönem Gotik, psikanaliz ve sinema aşağı yukarı aynı tarihlerde doğmuştu.
Gotik edebiyatın on sekizinci yüzyıla değin uzanan bir tarihi mevcut: Rasyonalizme karşı romantik bir çıkış olan bu edebiyatın ilk örnekleri düzenli, ahlâki değerleri olan, kontrol altındaki bir toplumsal yapının arkasında saklanan karanlık, akıldışı ve kâbusvari korkuları işaret ediyordu. (2) Sinemayla psikanalizin ortaya çıktığı dönemin hemen öncesiyle sonrasında yazılan Gotik eserlerin, başka bir ifadeyle canavarları, vampirleri, hayaletleri, kötücül ikizleri ve bedensel dönüşümleri anlatan metinlerin tam da modernliğin; teknik yeniliklerin, Aydınlanma’nın ve akılcılığın hız aldığı bir çağda üretilmesi bir çelişki miydi, yoksa bu tuhaflık bir tuhaflıktan daha fazla bir anlam mı taşıyordu?
Mladen Dolar, tekinsiz üzerine yazdığı makalede söz konusu Gotik temaların modernlik karşıtlığından doğmadığını, aksine tam da modernlik tarafından üretildiğini söyler. (3) Gotik edebiyatta ortaya çıkan tekinsizlik, düzenli, akılcı ve çalışkan olan ilerlemeci bir çağın bilinçdışını, karanlık arka yüzünü ortaya çıkarıyordu. Tekinsiz kelimesinin Almancası “unheimlich” de “heimlich” (aşina olunan, evcil, yuvaya dair)’den türetilmişti: Tekinsiz olan, aşina olduğumuz ama tam da idrak edemediğimiz, evcil diyebileceğimiz ama yabancı ve yabansı bir tarafı olan, yuvamıza ait ama sanki tam da bizden değil dediğimiz şeydir. Dolayısıyla Gotik edebiyatta ve ondan esinlenen sinema filmlerinde görülen tekinsiz yaratıklar; canavarlar, ikizler, androidler ve hayaletler bize içinde huzurlu bir biçimde yaşadığımızı varsaydığımız dünyanın tam kalbinde bir huzursuzluğun mevcudiyetini ima eder. Tekinsizin ortaya çıkışı, sadece simgesel düzende belirlenmiş kimliğimizin her an parçalanabileceğine atıf yapmaz, aynı zamanda mevcut simgeselin dokusunun ardında bir “karanlığın” var olduğunu ve bize göz kırptığını söyler.
Mladen Dolar, aynı makalesinde modernlik projesine has tekinsizlik boyutunu psikanalizin ortaya çıkardığını ve psikanalizin onu gizlemek yerine tam da açık ettiğini ifade eder. Dolar’a göre, günümüzün postmodern tabir edilen dünyasında tekinsizlik, modernliğin temel boyutlarından biri ve bu tekinsizlik, modernin ötesinde bir şeye atıf yapmak yerine modernliğin tastamam içsel sınırını işaret etmekte. (4) Öyleyse günümüzün postmodern toplumunda tekinsizliğin modernlik-karşıtı bir muhalefet yerine dizi ve filmler sayesinde enikonu popüler kültürün bir parçası olması şaşırtıcı olmasa gerek. Postmodern siniklik, kendi karşıtı olabilecek unsurları bile kendi liberal paradigmasına dâhil etmekten çekinmiyor.
Postmodern Gotik: Son Dönem Korku Filmleri
Batı’da Gotik edebiyat modernliğin karanlık yüzünü gösteriyordu göstermesine ama bunu kendi kültürel motifleri ile yapıyordu. Birgül Koçak, 2005 yılı öncesi Türk korku filmlerini ele aldığı makalesinde korku filmlerinin ülkemize has kültürel unsurlardan yoksun olduğunu, oysa bu tür yapımların söz konusu unsurlardan esinlenmesi gerektiğini söylüyordu. Koçak’ın ifade ettiği gibi 2005 yılına kadar yapılan çoğu korku filmi, ya Drakula İstanbul’da (1953) gibi Bram Stroker’ın hikâyesinin veya Şeytan (1974) gibi The Exorcist (1973) filminin uyarlamasıydı. 1970 yılı yapımı Ölüler Konuşmaz ki bir perili ev-hortlak temasını anlatıyordu. 2003 yapımı Taylan Biraderler filmi Okul Amerikan korku filmlerinin klişelerini kullanırken, 2004 yapımı Orhan Oğuz filmi Büyü yerli unsurlara yer verse de “gerek çekimlerde, gerekse diyaloglardaki Amerikanvari klişeler” yüzünden başarısız bir örnek olmaktan öteye gitmiyordu. (5)
2005 yılına kadar gelen Türk korku sineması görüldüğü üzere bir paragraftan fazla yer kaplamamaktayken Koçak’ın makalesinde ele almadığı sonraki yıllarda, yerli korku unsurlarından beslenen bol miktarda film üretildi: Dabbe (2006), Musallat (2007), Semum (2008), Dabbe 2 (2009), Musallat 2: Lanet (2011), Dabbe: Bir Cin Vakası (2012), Dabbe: Cin Çarpması (2013), Şeytan-ı Racim (2013), Azem: Cin Karası (2014), Gulyabani (2014), Ammar: Cin Tarikatı (2014), Azazil: Düğüm (2014) ve Dabbe serisinin son filmi Dabbe: Zehr-i Cin (2014). 2009 yılında çekilen Konak ile 2011 tarihli Mühürlenmiş Köşk daha çok Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead, 1981) serisinden esinlenerek çekilen “lanetli ev” temalı yapımlar olurken sıraladığım filmler isimlerinden de anlaşılacağı üzere “Türklerin neden korktuklarının” bilinciyle çekildi. (6)
Cinlerin musallat olması, cinlerle büyü yapmak ve cinler aracılığıyla düşmanlarını yok etmek söz konusu filmlerin kültürel kodlara uygun olduğunu gösteriyorsa da söz konusu filmlerin tek özelliği yerli kültürel kodları kullanmaktan ibaret değildi. Özellikle Dabbe serisi hem postmodern kültüre yaptığı atıflarla hem de modernleşmeye dair getirdiği eleştirilerle öne çıktı. (7) Her filmin konusu farklı olsa da Dabbe’nin “dünyayı saran bir örümcek ağı” olduğu ve dolayısıyla “interneti” işaret ettiği özellikle bütün filmlerde vurgulandı. Serinin birinci filminde kahramanların karanlık bir tünelde hapsolmaları, internet çağında siberuzayda yaşayan sanal bireylerini ima ediyordu. Üçüncü (Bir Cin Vakası) ile dördüncü film (Cin Çarpması) “buluntu film” (found footage) yöntemini kullanarak yapımın “gerçekçiliğine” atıf yaparken üçüncü ve son filmde güvenlik kameralarının kullanılması günümüzün güvenlik mazeretiyle kameralarla çevrili modern hayatlarını da anlatıyordu. Özellikle lüks villalarda yaşayan, “Batılı” ve “hurafelere karşı” karakterlerin anlatıldığı filmler, bir yandan din ile bilim arasındaki kadim tartışmaları beyazperdeye aktarırken modernliğin dayattığı seküler hayata rağmen -tıpkı tekinsizlikte olduğu gibi- “içimizde bir yerde, tanıdık ama yabancı” bir korkunun mevcudiyetini işaret ediyordu. Dabbe: Cin Çarpması cinlerin musallat olduğu kişilerin “hasta” olduğunu iddia eden bir doktorla (Ebru) “bilime karşı olmasa da” bazı metafizik hakikatlerin olduğunda ısrar eden bir hocanın (Faruk) hikâyesini konu ediniyordu. Son üç filmin bir diğer dikkat çeken yanı ise, çok da aşikâr etmeden sınıfsal bir eleştiriyi getirmesiydi. Dabbe: Bir Cin Vakası’nda büyüyü yapan lüks villada çalışan gündelikçiyken Dabbe: Cin Çarpması’nda cinlerin tasallutu yüzünden hayatlarını yaşayamayan, bu yüzden de çağırdıkları cinleri “iyi bir hayat yaşamış, okuyup doktor olmuş” Ebru’ya musallat eden karakterlerden söz ediyordu. Serinin son filmi Dabbe 5: Zehr-i Cin de bir önceki film gibi bir intikam hikâyesini anlatmakta. Zengin bir ailenin çocuğu hastalanınca aile, hastalığı bir başka çocuğa aktaran cinlerin yaşadığı bir köye gider. Burada cinler zengin ailenin çocuğundaki hastalığı yeni doğmuş bir bebeğe aktarır ve bu yüzden yeni doğan bebek ölür. Film, zenginler yüzünden çocuğu ölen bir annenin hastalıktan kurtulduğu için yaşamaya devam eden genç kadından aldığı intikamı konu ediniyor. Hasan Karacadağ imzalı seri, sınıfsal eleştirisini intikamla örtbas ederken kimi kez Anadolu’daki Rum evlerinden, Hıristiyan ve Müslüman köylerden söz etse de Cumhuriyet öncesiyle sonrasında değişen etnik yapıyla ilgili imasında ketum kalıyor.
Söz konusu filmlerle ilgili akla gelen ilk yaklaşım şu olsa gerek: Dabbe serisi ve diğer “cin motifli” filmler, modernliğin yetersiz kaldığı noktalara, Aydınlanma’nın ve bilimsel görüşün cevap veremediği sorunlara değiniyor, bizlerin sadece rasyonel yaratıklar olmadığımızı, metafizik bir boyutumuzun da olduğunu söylüyor. Ama öte yandan, internete vurgu yapması ve sözde-gerçek kamera görüntülerini kullanmasıyla Dabbe serisi, yaşadığımız postmodern kültüre, ileri teknolojiyle çevrili dünyamıza, siberuzayda dağılan sanal kimliklerimize, aşırı güvenlik duvarlarıyla örtülmüş hayatlarımızın içindeki tekinsizliğe atıf yapmıyor mu? Günümüzün popüler kültüründe tekinsizin bu kadar “moda” olması onu evcilleştirme gayreti sayılmaz mı?
Gitgide sanallaşan, sanallaştıkça özgürleştiğini düşündüğümüz öznelliğimiz bir aşırılığa, “öznelleştirmenin-ötesinde-bir-özneye”, bir yaratığa dönüşüyor. Simgesel düzenin de ötesine geçen bir aşırılık hayatımıza hâkim oluyor. Bahsi geçen filmlerin sonunun, klasik korku filmlerinin tam tersi olması da bunun göstergesi değil mi? Klasik bir korku filminde tekinsiz yaratık gelir, simgesel yapıyı ve kimlikleri tehdit eder, kahramanlarımız yaratığı yok eder ve simgesel yeniden üretilir. Oysa yukarıda sıraladığımız filmlerin çoğunda “kötülüğün” filmin sonunda yok olmak yerinde tam tersine kahramanı ve kahramanları yok ettiğini görmekteyiz: Tekinsiz simgeseli tehdit eder, kahraman yaratığa karşı koyamaz ve ölür, tekinsiz simgeseli parçalar. Üstelik olayların hemen hepsi gündelik hayatımızın içinde gerçekleşir.
Bütün bu göstergeler postmodern hayatın, “yaralı kültürün” (8) kırılgan doğasını, yüksek teknolojiyle kendini güvene almaya çalışsa da güvenliğinin her an saldırıya açık olduğunu, siberuzayda dolanan sanal kimliklerin; kameralar, internet ve cep telefonları ile çoğalan öznelliklerin her an postmodern tekinsizliğin saldırısıyla karşı karşıya kalabileceğini ima eder. Öznelliğimizin çoğalması özgürlüğümüzü çoğaltmak yerine kimliğimizi tehdit eder. Simgesel, yeniden üretilemeyecek kadar kırılganlaşırken tekinsiz gündelik hayatımızın tastamam içine girmiştir. Korkunun nereden geleceği belli değildir ama geleceği kesindir.
Korkusuz Türkler Korkuyu Beklerken
İlham almak yerine doğrudan miri malı çaldığım Korkuyu Beklerken isimli kitabında modernist edebiyatımızın önemli ismi Oğuz Atay, kitapla aynı ismi taşıyan hikâyesinde çevresindeki huzurlu insanları tehdit etmek için onlara, kendi geçmiş küçük-burjuva huzurunu bozan mektubun benzerini yollamayı düşünen “modern” bir kahramanın hikâyesini anlatır. Atay, modernliğin karanlık yüzüne atıf yapar; Aydınlanma, ilerleme ve yeniliğin diğer yüzü karanlık, kasvetli ve huzursuzdur. Atay, modernliğin bu yönünü vurgularken söz konusu tekinsizliğin farkında olmadan yaşayan diğer insanları eleştirir. Kitaptaki bir başka hikâyede, “Babama Mektup”ta ise ölmüş babasına sorduğu bir soruyla Atay, modernliğin bir başka noktasına temas eder: “Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle “varoluşçu bir bunalımı” yanyana düşünemiyorum doğrusu.” (9)
Atay’ın hikâyesindeki bir sonraki cümleyi (“Aslında bizler de bir özenti içindeyiz”) kenara not edelim ama, geç bir modernlik sürecinden sonra, “bilinçaltımızı” keşfettiysek eğer, şimdi kameralar ve kablolarla çevrili postmodern hayatımızda huzurla korkuyu bekleyebiliriz.
(1) Roger Perron, Neden Psikanaliz, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2003, s. 250.
(2) Han-yu Huang, “Monsters, Perversion, and Enjoyment: Toward a Psychoanalytic Theory of Postmodern Horror”, Concentric: Literary and Cultural Studies 33.1, Mart 2007, s. 91-92.
(3) Mladen Dolar, ““I Shall Be with You on Your Wedding-Night”: Lacan and the Uncanny”,
October 58, 1991, 5-23.
(4) Mladen Dolar, ““I Shall Be with You on Your Wedding-Night”: Lacan and the Uncanny”,
October 58, 1991, s. 23.
(6) Ammar: Cin Tarikatı “Şeytanın Ölüsü” esinli filmlerle cinler aracılığıyla büyü yapmayı bir araya getiren ilginç bir deneme.
(7) Musallat ve Dabbe filmlerindeki modernleşme eleştirileri için bkz. Gürhan Topçu, “İslami Korku Filmlerinin Türk Modernleşmesiyle İmtihanı”, Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 10, yay. haz. Deniz Bayrakdar, Bağlam Yayınları.
(8) Han-yu Huang, “Monsters, Perversion, and Enjoyment: Toward a Psychoanalytic Theory of
Postmodern Horror”, Concentric: Literary and Cultural Studies 33.1, Mart 2007, s. 87-110.
(9) Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 1998, s. 181.