Hayal Perdesinin Gözünden
Türk Sineması Araştırmaları
23.11.2011 Gelecek Uzun Sürer Yaralı Belleklere Ağıt: Gelecek Uzun Sürer Tuba Deniz

Kürt meselesini ele alan filmlerde dağlar, yollar, sınır, kar kadar sese de metaforik bir anlam yüklenir. Zorunlu bir suskunluğa mahkûm edilen, yok sayılan bir dilin, milletin temsilidir ses veya sessizlik. En az dile gelenler kadar, söylenemeyenler de bir ima barındırır bu filmlerde. Sessizlik yıllardır ifade edilemeyen, görmezden gelinen tüm acıları kuşatır. Sesin bu kadar ön plâna çıkmasında etkili olan sebeplerden biri de yazılı edebiyat ve resmi tarih yerine ikame edilen, belleği kurgulayan Kürt sözlü kültürüdür. Kayıt altına alınmayan, tüm yaşananları dilden dile aktaran dengbejler, ölülerin ardından yakılan ağıtlarla bir tarih yazılır esasında. Zira Fransız düşünür Jacques Ellul’un de ifade ettiği gibi, tarih dilin ve sözün ürünüdür ve sözden doğan sınırsız sayıda sesin bir sonucu olarak doğar ve anlam kazanır:  “Söz bizi zamana yerleştirir.” (1)

 

Günümüzde ise masallar, ağıtlar, dengbejlerle beslenen bu sözlü kültürün görselliğe dönüşümüne şahitlik ediyoruz. Sonbahar (2008) ile sükseli bir çıkış yapan Özcan Alper de,  ikinci filmi Gelecek Uzun Sürer’de sesi merkeze alarak örer senaryosunu. Yakın geçmişteki kördüğüm 1990’lı yıllara odaklanır yine. “JİTEM ve devletin de içinde olduğu karanlık güçler” tarafından evlerinden alınan, çorak arazilerde katledilenlerin hikâyelerine sokulur. Bu dehşeti anlatabilmek içinse toplumsal ile kişisel olanın kesişim noktası, sıradan insanın yaşadıklarına, istatistiklerde rakamlara dönüşenlerin ailelerine kamerasını çevirir. Bir önceki filminde olduğu gibi burada da birçok belgesel görüntü var ve tanıklarla yapılan görüşmeler. Dramatik hikâyenin bu belgesel görüntülere eklendiğini söylemek mümkün. Sumru (Gaye Gürsel), bir etnomüzikolog, Diyarbakır’dan Hakkari’ye uzanan yolculuğunda ağıtlar toplar, bu uzun seyahatin asıl sebebi ise dağa çıkmayı tercih ettiği için ayrılmak zorunda kaldığı Harun’un izini sürmesidir. Çok az görünmesine rağmen Alper’e göre filmin ana karakteridir Harun. Şehrin ara sokaklarında, elinde kayıt cihazı ile sesleri kaydeder Sumru. Sadece sesin değil mekânın da belleği vurgulanır. Yıkık bir Ermeni kilisesi, bugünden ziyade geçmişe dönük bir işarettir, Ermenilerin maruz bırakıldıklarının vücut bulmuş hali, sokaklar, evler ve anlatılanlar hep belleğin yeniden yapılanmasına hizmet edilir. 

 

Bir ara sokakta karşısına çıkan korsan DVD satıcısı Ahmet (Durukan Ordu) ile yoluna devam eder Sumru. Hafıza Merkezi’nde dinledikleri, kayıt altına aldıkları yakınlarını kaybedenlerin yaşadıklarıdır. İzleyici, yüzlerce faili meçhulün fotoğrafı önünde, yakın plân çekilen yüzlerle karşı karşıya, göz göze getirilerek yüzleşmeye davet edilir. “Başkalarının acılarına bakmanın” günümüzdeki “kayıtsız” ifadesi ise Sumru’nun soğuk ifadesinde somutlaşır. “Kürtler şimdi de sosyolojik araştırma konusu olmuş” bakışı. Sumru’nun mesafesinin sebebi olanlara fazlasıyla dışarıdan bakıyor olmasıdır, Ahmet’inki ise ziyadesiyle yaşananların içerisinde kalması. Sumru’nun hikâyesi de bir vakit sonra dinlediği şahitliklerden birine dönüşecektir, çıktığı yolculuk ise Harun’un ardından yakılan bir ağıta. Ağıtlar, masal, yol, kar gibi Kürt meselesini ele alan filmlerdeki tüm unsurları barındırır Gelecek Uzun Sürer. Filmin isminin esin kaynağı ise yine bir ağıt olarak tanımlayabileceğimiz, karısını boğazlayarak öldüren Luis Althusser’in itiraflarını barındıran kitabı.

 

Bellek acının evidir

Bellek maddeye, görünen ve duyulan her şeye ilişik tüm filmde; sesler, mekânların yanı sıra bilhassa tanıkların acılarına... Zira acı ile bellek arasında organik bir bağ var.  “Bellek acı’nın evidir.” (2) Belleğin acıyla irtibatlı olarak nasıl inşa edildiğini ise en iyi Nietzsche’nin şu sözleri ifade eder: “Kim insan denilen hayvan için bir bellek yaratır? Bu biraz körelmiş, biraz da abuk sabuk, bir anlık anlama yetisinde, bu etli kemikli unutkanlıkta, orada kalması için nasıl iz bırakılır?.. Bellekte kalan şeyi yakmalı: Ancak acı veren kalır bellekte –işte budur, yeryüzündeki en eski ( ne yazık ki, aynı zamanda en uzun süren) psikolojinin temel tezi… kansız, işkencesiz, kurbansız yapamaz." (3)

 

Hüseyin Karabey’in filmi Gitmek’te (2008), sevdiği adamın peşinden yollara düşen kadının yolculuğunun istikameti, Batı’dan Doğu’ya gidişi vurgulanmıştı. Gelecek Uzun Sürer’de de yine benzer bir durum var, Sumru’nun “batılı” ifadesi, dolaştığı mekânlardaki “yabancı” olma halinin vurgusunu artırır.  Diyarbakır ya da Diyarbakırlılar ise sinemada görmeye alışık olduğumuzdan farklı bir temsil içinde yer alır. Doğu ve doğulu imajına bir tekziptir izlediğimiz. Sümüklü çocuklar, perişan sokaklar, cahil insanlar değildir muhatabımız. Lâkin bu temsil kaygısı Diyarbakır’ı olduğundan da uzağa düşürmüş, kısmen nesneleştirmiş. Tarkovski, Angelepoulos, Wim Wenders gibi yönetmenlerin filmlerinden etkilenen, hatta bu filmlerde yaşayan Ahmet ve “İstanbullu” Sumru’nun ‘mesafeli’ duygu halleri fazla sinmiş şehrin üzerine. Senaryoda alıntılara bol yer verilmesi de bu durumu pekiştirmiş. Her ne kadar yönetmen filmini bir ağıt formunda şekillendirme niyetiyle yola çıksa da bu göndermeler sebebiyle daha çok modern bir şiire benzetilebilir Gelecek Uzun Sürer.

 

İlk film Sonbahar’a (2008) kıyasla Gelecek Uzun Sürer’de daha yoğun ve sert bir meselenin ele alınıyor olması da izah etme kaygısını artırmış, zaman zaman didaktik diyebileceğimiz diyaloglara alan açmış. 18.Altın Koza Film Festivali’nde, “Yılmaz Güney Jüri Özel ödülü”, “SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) En İyi Film” ödülü, “En İyi Müzik ve En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerinin yanı sıra “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülüne layık görülmüştü. Filmde anlatılan mesele ile görüntüler arasında organik bir bağ ustalıkla kurulmuş. Seçilen mekânlar, ışık kullanımı, renkler ile meramını desteklemiş yönetmen. Şehrin geçiş noktaları, abbaralardan birinde kalır Sumru, onun iki hal arasındaki kararsız konumunu da imler bu mekân. Bir başınayken hep karanlığın içinde, iç hesaplaşmalarıyla baş başadır, dışarıdan gelen ışıkla zar zor aydınlanır siması. Filmin sonlarına doğru ise farkındalığının artışına paralel yüzünü daha net görürüz. Tıpkı Sonbahar’daki Yusuf gibi Sumru da susan bir karakterdir. Onun sessizliği, çevresindeki tüm acıları ve söylenemeyenleri de içinde barındırır. Ahmet ise kenarda kalmış, Harun olmak istemiş ama olamamış biri. Kendi ifadesiyle hayat hikâyesinden bir kısa film bile çıkmaz.

 

Gelecek Uzun Sürer geçmiş ile gelecek, ölüm ile hayat arasında asılı durur. Tıpkı ağıtlar gibi film de bir bellek oluşturma; tahattur, unutmama, ölülerle barışma, onlardan özür dileme eylemlerini içinde barındırır. Filmde seslerden, mekânlara, karakterlere kadar her şey belleğin bir tecessümü olarak tasarlanır ve tüm bu unsurlar belleğin yeniden tasarımına hizmet eder. Cesare Pavese’in kitabından alıntı, “Savaş bir gün biterse kendimize şu soruyu sormalıyız. Peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?” sorusuyla başlar film, nihayetinde ise Althusser’den alıntılayacak olursak “sessizlikten bir mezartaşı”yla.



(1) Jacques Ellul, Sözün Düşüşü, (İstanbul, Paradigma, 1998), s.39

(2) Nusret Polat, “Bellek ve Yabancı İçin Sorumluluk: Etik “iyi yaşam” Fikri İçin Kısa Bir Giriş”, Cogito, Bahar 2007, s.77

(3)  Nusret Polat, “Bellek ve Yabancı İçin Sorumluluk: Etik “iyi yaşam” Fikri İçin Kısa Bir Giriş”, Cogito, Bahar 2007, s.77

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - hayalperdesi@hayalperdesi.net Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..