Uyarı: Bu yazı filmle ilgili bazı sürprizleri ihtiva eder.
Bazen insan kendisine çok yabancı gelen ve iç dünyasıyla ilişki kuramadığı bir rüya görür. Sanki bir başka dünyaya gitmiştir. Jung bu başka dünyayı bilinçdışı olarak tanımlar, görülen rüyaları ise “büyük rüyalar” olarak adlandırır. Egonun dış dünyayla ilişkilerinde başarısızlığa uğraması sonucu bilinçdışında ortaya çıkan aksaklıklar, böyle bir rüyanın görülmesine neden olur.(1) Jung’a göre rüyalar, bilinçdışı dünyamızın en açık anlatım biçimidir ve insanın doğal gerçeğini yansıtırlar; tüm kusurları, eksikleri, aksaklıklarıyla.
67. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Macar yönetmen Ildikó Enyedi’ye Altın Ayı kazandıran Beden ve Ruh, muhteşem bir kar manzarasına açılır, dere kenarında iki geyik görürüz önce. Bu uzun seyrin ardından bir hayvan kesim tesisindeki büyükbaş hayvanlar çıkar karşımıza. Onların kesilmeden önceki halleri ve özellikle bakışları ile izleyici göz göze getirilir. Endre (Géza Morcsányi) bu kesimhanede finans müdürüdür, filmimizin asıl kahramanı Maria (Alexandra Borbély) ise kalite sorumlusu olarak işe başlar. “Farklı” olanların makus talihi dışlanmak, Maria’nın da kaderidir. Maria garip tabiatı ile kısa sürede dikkatleri üzerine toplar, zamanla dalga konusu olur ve mezbahada çalışanların en önemli dedikodu malzemesine dönüşür. İş yerinde yapılan bir hırsızlık neticesinde bütün personele psikolojik tarama yapılır. Taramayı yapan doktorun soruları arasında rüyalar da vardır. Endre ile Maria’nın uzun süredir aynı rüyaları gördüğü böylece ortaya çıkar.
Jung’un rüyalara yüklediği anlam, bilinçdışındaki aksaklıklar bu iki karakter için de düşünülebilir. Maria ruhsal açıdan bir eksiklik yaşamaktadır, Endre ise bedensel açıdan; bir kolu felçlidir. Bu “kusurları” onların sosyal çevreleri ile sıradan bir ilişki kurmalarının önündeki en önemli engeldir. Endre, Maria ile mukayese edilecek olursa daha normal bir hayat sürdürüyor görünse de doktorun sorgulamalarındaki tepkisel tavırları onun da aşamadığı sıkıntıları olduğunu akla getirir. İki karakter de hayata ve sosyal ilişkilere mesafelidir. Yönetmen, çiftin geçmişine dair herhangi bir bilgi vermez. Maria takıntılıdır, hafızası ve gözlem yeteneği çok güçlüdür fakat insanlarla ilişki kurmakta ve bedensel temas noktasında sorunlar yaşamaktadır. Hem fizyolojik hem de ruhsal açıdan kendisini dış dünyaya kapatması onun hafıza, gözlem yeteneği gibi farklı melekelerini geliştirmiştir. Omuzuna dokunan bir el ya da yemekhanede arkadaşlarıyla karşılıklı yemek yemek onun için problemdir. Ancak bir etin ne derece yağlandığını gözleriyle ölçebilecek kadar keskin bakışlara, çocukluğunda geçirdiği su çiçeği hastalığına hangi tarihler arasında yakalandığını hiç düşünmeden cevaplayabilecek güçlü bir hafızaya sahiptir. Bedensel temasa karşı aşırı reaksiyon göstermesi geçmişiyle ilgili birçok soru işaretinin belirmesine sebep olur. Çocukluk döneminde yaşadığını tahmin ettiğimiz ve bedeniyle birlikte büyüyen bu travmasını aşabilmek adına bir terapiste gitmektedir, fakat takıntılı karakerinin bir emaresi; o da çocukluk terapistidir.
Filmde belirli aralıklarla gördüğümüz manzara ve geyikler Maria ve Endre’nin ortak rüyasıdır. Yönetmen rüya sahneleri ile gerçeklik arasında görsel bir fark ortaya koymadan perdeye aktarır. Enyedi’nin ilk filmi My 20th Century’ye (Az én XX. Századom, 1989) baktığımızda da benzer bir yaklaşım görürüz. Rüya ile gerçeklik arasında ince bir çizgi vardır Enyedi’nin filmlerinde. Bu çizgi silikleştikçe sinemasındaki sürreal dil belirginleşir. Beden ve Ruh’ta nasıl rüya alemindeki geyikler çiftin birleşmesine vesile oluyorsa, My 20th Century’de de birbirini çocuk yaşta kaybeden ikizler Lili ile Dora’nın seneler sonra bir araya gelmesine vesile yine bir anda ortaya çıkan bir hayvan, sokaklarda salınarak gezinen bir eşek olur. Beden ve Ruh’ta tıpkı rüyalar ve gerçeklik gibi beden ile ruh arasındaki sınırlar da muğlaklaşarak biri diğerinin tecessümüne dönüşür. Maria’nın elini tezgaha dayayarak konuşması, ayaklarını birbirinin arkasında saklaması, masadaki kırıntılara tahammülsüzlüğü nasıl ruhundaki dalgalanmaların küçük emareleri olarak perdeye yansıyorsa rüyada görülen dişi ve erkek geyiğin kimi zaman burunlarını birbirine sürtmeleri ya da birinin diğerinden uzaklaşması da günlük hayatlarında Maria ve Endre’nin yaşayacakları üzerinde belirleyicidir. Jung psikoterapi sürecinde tek bir rüyanın yorumuna fazla önem vermez. Ona göre, belirli bir süre içinde ve art arda görülen dizi rüyalar anlam taşır. Dizi rüyalar bir kitabın bölümleri gibidir. Her bir bölüm bütüne bir şeyler katar. Ildiko Enyedi’nin karakterleri de art arda rüyalar görür. Aynı rüyayı gördüklerini fark ettikten sonra iki karakter arasında ister istemez güçlü bir bağ kurulur. Her gün birinin diğerine ne rüya gördüğünü sorduğu bu küçük oyunlar, içine düşecekleri tuhaf aşk hikâyesinin de başlangıcıdır.
Senaryonun merkezinde iki karakter olsa da film esasında Maria’nın varoluş hikâyesine odaklanır. Varolmak bizatihi dışa doğru olmaktır fakat Maria kendisini dışarıya tamamen kapatmıştır. Kendi garipliğinin farkına varamayacak kadar hayata yabancılaşmıştır. Kimseyle konuşmamayı, tek başına yemek yemeyi, karanlık bir odada saatlerce oturmayı tercih eder. Maria’yı dışa doğru atacağı adımlarda ilk harekete geçiren bu rüyalar olacaktır, sonrasında ise terapistinin yönlendirmeleri. Maria’nın hissetmeyi, dokunmayı yeniden öğrenmesi, dışa doğru kendini açması gerekir. Genç kadın için varoluşsal kırılma süreci böyle başlar. Önce çimenlere çıplak ayakla basar, patetes püresini avuçlar, müzik dinler; hissetmeyi ve âşık olmayı öğrenmeye çalışır.
Ildikó Enyedi her ne kadar rüyalar ile somut gerçeklik üzerinde bir çizik atsa da burada söz konusu olan metafizik bir çatlak değildir. Yönetmenin senaryo, görüntü yönetimi, sahneleme, kurgu ve karakterler üzerindeki mesafeli tavrı meseleye yaklaşımı üzerinde de belirleyicidir. Enyedi’nin filminde rüyalar gerçekliğin bir parçası, uzantısı olarak oradadır. Endre ve Maria için bütün günlerini geçirdikleri mezbahadan daha gerçektir buluştukları rüyalar. Günlük hayat ise sert ve acımasız. Yönetmen karakterlerine şefkatli bir yaklaşım sergilerken mecbur oldukları sosyal ortamın sorunlarına dair küçük eleştirilerde bulunur. Çalışanların birbiri ile ilişkisinde önyargılar belirleyicidir, öyle ki işe yeni alınan Sanyi sırf lakayt tavırları sebebiyle hırsızlık suçundan ilk yaftalanan kişi olacaktır. Endre’nin en yakın arkadaşı Jenö sürekli kendisine iş buyuran karısından dertlidir, hırsızlık olayından sonra çalışanları sorgulamak adına mezbahaya gelen polisin buyurgan tavırları rahatsız edicidir, sorgulamadan ziyade evine götüreceği taze etlerle ilgilidir. Psikolojik tarama yapmak üzere iş yerine gelen doktorun ezici tavrı ise en başta Endre’yi çileden çıkartır. Bu problemli ilişkiler bütününe dair detaylarla kurduğu evrende, Endre ve Maria izleyicinin nazarında daha da yalnızlaşır. Kimi zaman profesyonellik kimi zaman nezaket ya da dostluk kılıfına büründürülerek üretilen dışlayıcı, tahakküm eden, ötekileştiren, ezici dil ile pekişir Maria ve Endre’nin ontolojik yalnızlığı; bunu aşabilmeleri ancak kurdukları bağ ile mümkün olacaktır.
Kesimhanedeki hayvanlara yapılan muamelenin gösterildiği sahnelerde, profesyonellik adı altında sergilenen gizli şiddet açığa çıkar. Makineler ile taşınan, başları kesilen, derileri yüzülen hayvanlara uygulanan bütün işlemler tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtılır. Film her ne kadar garip ve naif bir aşk hikâyesini mizahi bir tonda anlatsa da bu sebepten sert bir dokuya da sahip. Yönetmen ruh ve beden üzerine, kesime giden hayvanlar üzerinden geniş bir parantez açar. Başı kesilen bir ineğin ayağının sağa sola savrulması, kesimin ardında etrafa saçılan kan gösterilir. Maria da filmin nihayetinde içine düştüğü hayal kırıklığı ile intihar girişiminde bulunacak, onun oluk oluk akan kanı da perdeye tüm netliğiyle yansıtılacaktır. Bir yerde de içinden atamadığı duygulardan kurtulmasının ifadesidir akan kan.
Jung’un kavramlaştırmasına tekrar başvuracak olursak çiftin gördüğü “büyük rüyalar” filmin sonunda Endre ve Maria’nın bir araya gelmesiyle hitama erer. Maria ve Endre artık bu birliktelikleri ile ontolojik yalızlıklarından kısmen kurtulmuştur. Bütün hayatları boyunca yüklendikleri kronik problemlerinin rüyalardaki emaresi geyikler de böylelikle kayıplara karışır. Rüyalar bitmiştir ve şimdi ikisi için de yeni bir hayat başlar.
(1) Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000, s. 196.