Çocukluğumun en severek izlediğim dizisi bir bilim kurguydu; Uzay Yolu... Kaptan Kirk ve ekibi uzay gemisi Atılgan'la yeni dünyalar keşfediyor ve uzayın derinliklerinde akıl almaz maceralar yaşıyordu. Elbette kadim kötüler de vardı bu uzay macerasında ama Kaptan Kirk'in zekası ve savaşma kabiliyeti her seferinde onları alt ediyordu. Her bölümün kötü adamı değişmekle birlikte Kirk'ün en azılı düşmanları galaksiyi teröre boğmuş olan Klingon'lardı.
Bize ne Kirk'den, Klingon'dan! demeyin. Koca adam olduğumda anlayabildiğim üzere Amerikalıların içindeki tüm ırkçı, sömürgeci düşünceler kötü uzaylı tanımlamasına hizmet etmişti. Klingon'lar kültür ve görünüş olarak Asya-Afrika karışımı bir tasvire sahipti. Batılı olmayan, korkulan, nefret edilen...
Kaptan Phillips'in gemisi Kirk'ün Atılgan'ı gibi Warp hızına geçip o gezegenden bu gezegene sekmiyor, çok daha sıradan ama önemli bir işe hizmet ediyor. Kaptan Phillips bir konteynır tankerine yani dünya ticaretine hükmediyor.
Hollywood yapımı klasik öykülemede önce kahramanın harika/berbat yaşamına ve çevresindeki etkileşimlere tanık oluruz. Böylelikle karakterle bağ kurma şansımız artar ancak yönetmen Paul Greengrass farklı bir yol izlemiş. Bu işi yapan dostlarım olduğu için iyi biliyorum; tanker kaptanlarının asıl evi gemileri, aileleri de mürettebattır. Film, kaptanı en başta hızlıca evden gemisine taşıyor ve bu gerçekleştikten sonra beden dilindeki rahatlama Tom Hanks'in mesafeli ancak iyi oyunculuğu sayesinde seyirciye de geçiyor. Bir ticaret gemisinin görevi basit; yük alınır ve günler süren yavaş bir seyirden sonra varış limanında boşaltılır. İşin en zor kısmı gemiyi limandan çıkarmak ve yanaştırmaktır. Film, bu anları da seyirciye verdikten sonra aksiyonun başlayacağı noktaya doğru ilerliyoruz.
Ticaret gemisi Maersk Alabama'nın seyir rotası ticaret gemilerine musallat olmuş Somalili deniz korsanlarının alanından geçiyor, Kaptan Phillips tehlikenin farkında ancak bu kadar büyük bir gemiye musallat olamayacaklarından emin bir şekilde eşine mail gönderiyor:"sıradan günlerden biri daha..."
Öyle olmadığını filmi izledikçe anlıyoruz. Filmin konusunu sonuna kadar anlatacak değilim, Paul Greengrass ve ekibinin teknik anlamda elinden geleni yaptığını düşünüyorum. Gerçek bir konteynır gemisini bir film setine çevirmek olağanüstü bir çaba gerektiriyor. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği koridorlarda çekim yapmak zor olsa da ekip bu işin altından başarıyla kalkmış. Hollywood hangarlarından birinde kurulmuş bir set olsa, filmin gerçekçi duygusu seyirciye bu kadar geçemezdi. Filmin geri kalan çekim alanları da bir cankurtaran botu ve bir Amerikan ordu kruvazörü olunca zorluk katlanarak artmış olmalı. Neyse ki bunlar Hollywood'un çözmekten hoşlandığı sorunlar. Sinema mühendisliği konusunda hâlâ rakipsizler ancak işin ahlâki kısmına geçtiğimizde tüm alkışlarım yerini sessizliğe bırakıyor.
Paul Greengras'ın "Somalili Deniz Korsanları" vakasını ele alırken dengeli/tarafsız bir yaklaşım getirmeye çalıştığını anlıyorum, en azından filmin başlarında böyle bir kaygı hissediliyor ancak gelişme ve sonuç bölümü "bir Amerikalıyı kaçırırsanız size gününüzü gösteririz"den ötesi değil. Evet, bu yaşanmış bir olay ve kurban beyaz bir Amerikalı, tehdit Somalili kara insanlar ancak beyaz adam yalnız değil ve kendisine benzeyen başka beyaz kaptanlar başka beyaz adamlar/kadınlar huzur verici market müziği eşliğinde deniz ürünleri alabilsin, endüstriyel balıkçılık yaparak fabrika gemilerle bütün denizleri kurutan ve azla yetinmeyi bilen Somali balıkçısını açlığa mahkûm edip azılı bir korsana çeviren de yine kendisi. Daha yüksek bir yere çıkıp bakınca, resmin genelini görebiliyor insan. Batı, kendi yaşam standartlarını korumak ya da yükseltmek adına dünyayı yağmalıyor ve durmaya niyeti yok. Kaybedilecek hiçbir şeyin olmadığı bir noktada isyan başlıyor ve bu her zaman yüksek idealler dairesinde oluşmayabilir. "Açlığın onuru yoktur" derler, buradaki korsan çetesinin bu kadar ileri gidebilmesinin sebebi de bu. Filmin bir sahnesinde korsan çetesinin lideri Muse ve Kaptan dürbünle birbirlerini izliyorlar. Aç kara adam semirmiş beyaza karşı... Bir başka sahnede ise Kaptan Muse'a sesleniyor; "Gemilere saldırmaktan ve insanları rehin almaktan başka çareler de olmalı", Muse yanıtlıyor; "belki Amerika'da vardır". Filmin en dürüst anlarını da bu sekanslar oluşturuyor ancak yine de akılda kalan "kötü kara adam tasviri" oluyor. Bir kez daha aynı şey: Kaptan Phillips Kirk, Muse ise bölümün sonunda ölecek olan Klingonlu.
Kaptan Phillips iyi vakit geçirten heyecanlı bir film ancak Somalili deniz korsanlarını bir tekneye doluşmuş eli silâhlı ve uzlaşmaz yağmacılar olarak gösterirken, oğlunun geleceği hakkında endişelenen, gerektiğinde kendini kaçıran korsanın yarasına pansuman yapan bir Kaptan Phillips çıkarıyor karşımıza. Elbette bu Amerikalıların filmi, sıradan bir Amerikalı duygusallaşarak izleyecektir ancak Klingon pataklayan Kaptan Kirk'ü alkışlayan çocuklar büyüdü ve kahraman süvarilerin aslında toprak düşkünü Kızılderili katilleri olduğunu biliyor.
Deniz korsanları vakasının sosyolojisine inmeden sıkı bir kaçırma hikâyesi izlemek isterseniz Kaptan Phillips iyi bir seçenek ancak, tüm Hollywood filmleri gibi, ahlâki açıdan sıkıntılı bir yapım. Tuzlu deniz suyu yutmuş bir Tom Hanks izlemek için hâlâ en iyi seçenek, Yeni Hayat (Cast Away).