Semih Kaplanoğlu’nun Buğday (Grain) filmi geçtiğimiz günlerde Saraybosna Film Festivali’nde dünya çapındaki ilk gösterimini yaptı. Film birkaç açıdan dikkat çekici, bir Türk filmi olmasına karşılık neredeyse tüm oyuncu kadrosu uluslararası aktörlerden oluşuyor ve filmin orijinal dili İngilizce. Bunun yanı sıra Kaplanoğlu, Buğday’ı analog 35 mm kamerayla siyah-beyaz olarak çekmiş. Türk sinemasında bu çapta bir hikâye, böylesi bir görsellikle anlatılmamıştı.
Kaplanoğlu sinemasının önceki örneklerinde görmeye alıştığımız, yönetmenin nev’i şahsına münhasır kurgusu, görselliği ve anlatım dili, son filminde de nüanslarla perdeye yansıyor. Ancak Kaplanoğlu’nun uzun bir aradan sonra çıkan bu filmiyle kişisel bir yolculuk yaptığına dair bir izlenim edinebiliyoruz. Elbette yönetmenin sinemasına hâkim olan anlam dünyası tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmde de aşağı yukarı kadrajına benzer tasavvurları almış. Fakat Kaplanoğlu Buğday’da önceki filmlerinde bolca sorduğu sorulardan ziyade, cevaplara yönelmiş diyebiliriz.
Dünyayı okuma deneyimimizde karşılaştığımız malum “sıkça sorulan sorulara” Kaplanoğlu, kişisel dünya görüşünün ana unsurlarını beslediğini tahmin ettiğimiz sufi bakış açısıyla dolambaçsız, net, özgüvenli ve doğruluğuna yönelik şüphe içermeyen bir üslupla cevap vermiş. Filmi, Kaplanoğlu’nun dünyayı yorumlama çabasında kişisel yolculuğunun bir özeti gibi okuma nedenim de bu. Belli ki yönetmen suskunluğunu kapsayan dönemde ulaştığı cevapları paylaşmak istemiş. Bu cevapların doğruluğu, yanlışlığını tartışmak ayrı bir meseledir, zaten cevabını bir film çekerek verme asaletine sahip bir adama iki çift lakırdıyla karşı cevap üretmenin ne tür bir naiflik doğurduğunu da görmek lazım. Yine de filmin güçlü senaryosunda ve muhteşem hikâyesinde kırılganlık yaratan tarafın bu özgüven olduğu notunu düşmek isterim.
Şimdinin Distopyası
Film genel anlamıyla bir distopya, çünkü ilk bakışta belirsiz bir gelecekte dünyanın başına gelen bir felaketin hikâyesi gibi duruyor. Ancak filmin distopik karakteri geleceğe değil günümüze gönderme yapıyor. Nitekim Kaplanoğlu, günümüzdeki tarımın yavaş yavaş genetik mühendisliğinin kapitalist iştahına kurban gittiğini okuyor olsa gerek. Kurguladığı yakın gelecekte tarımın tamamen doğallığını yitirdiğini ve GDO’lu ürünlerin dünyanın değişen iklim şartlarında (asit yağmurları, vb.) ortaya çıkan bir tarım hastalığına yenik düşmesiyle insanlığın büyük bir kıtlık ve açlığa mahkum olmasını anlatıyor. Büyük bir şirketin yönettiği dünya, bölünmüş şehirler, kaos, sokak olaylarıyla tam bir ümitsiz durum içinde. Genetik mühendisleri bu hastalığı yenebilecek ve dolayısıyla dünyadaki açlığı ortadan kaldıracak tarım ürünleri üzerinde çalışıyor.
Hikâyenin esas karakterleri de bu problemden çıkıyor; ilk karakterimiz Erol, genetik sorununu bilimin rehberliği ile çözmeye çalışan bir mühendis, ikinci karakterimiz Cemil ise şirketin eski bir çalışanı olup kendini kapitalist sistemin dışına atarak gerçek doğal buğdayı aramaya çıkan bir mühendis. Kaplanoğlu’nun distopyası (her ne kadar gelecekte geçse de) insanlık tarihini tüm geçmiş ve şimdisi ile birlikte kapsayan bir karaktere sahip. İnsan cahildir, yanılgı içindedir, nefsinin tuzağına düşmüş, daha fazlasını isterken elindekini mahvetmiş açgözlü bir yaratıktır. Kaplanoğlu’nun distopyasında yıkımı getiren insanın kendi nefsidir, kendi cehaletidir. Onu gelecekte resmeder ama şimdide ve geçmişte arar.
Hızır ile Musa
Bu yüzden Kaplanoğlu distopyayı tasvir edebilmek için geleceğin dünyasına kısmen, geçmişin dünyasına ise bolca göndermeler yapar. Ana karakterleri Cemil ve Erol, sırasıyla Hızır ve Musa’yı temsil ederek, Kur’an’da geçen ilgili kıssanın izleğini takip ederler. Bu izlek bir yolculuktur. Bildiğimiz olay örgüsü sırasıyla yaşanır: Musa’nın (Erol) bir yardımcısı vardır, beraber Hızır’a giderler, onlara bir balık yol gösterir, Hızır Musa’yı çıkacakları yolculuğa zor kabul eder, ve hikmetleri kendinde saklı olan bir dizi eylemler yapar (kayık batırma, çocuk öldürme, duvar tamir etme). Ancak burada sinema dili açısından güzel olan, yönetmenin bu izleği kendi olay örgüsünün içerisine başarıyla yerleştirmesidir. Film, kendi hikâye mantığı içinde kıssadan bağımsız bir şekilde de kolaylıkla izlenebilir. Bu yolculuk her ne kadar Musa’nın yolculuğu gibi gözükse de aslında Kaplanoğlu’nun kendi yolculuğunu da ima eder. Nitekim yönetmen, kıssanın izleğini kendi hakikat parçacıkları ile bol bol zenginleştirir.
Varlığın Birliği
Bu zenginleştirme çabası İbn’i Arabi’nin varlığın birliğine yönelik öğretisinden beslenir. Film tüm teknik nedenlerin ötesinde bu yüzden de siyah beyaz olsa gerek. Evrenin tüm renkleri, tüm insanlar, sergiledikleri tüm çeşitliliğe rağmen, siyah ve beyazın tonlarında birleşirler. Yönetmen renklerin yanıltıcı çoğulluğunun filmi sabote etmesinden kaygı duyar gibi, siyahın beyaz üzerindeki yaratıcılığını, yani tek bir Varlık’ın hiçlikte bıraktığı lekeleri göstermek ister gibidir. Arabi’nin söylemi Cemil’in repliklerinde bolca açığa çıkar, canlılarla ilgili genetik çalışmaların yakalayamayacağı M parçacığı (M particle), yukarıda bahsettiğimiz o hakikat parçacıklarının özeti olarak Cemil’in söylemine yerleşir. Her şeyin özünde evreni birleştiren, şeylere canlılık veren bir parçacık vardır, göremeyiz ama biliriz. Genetik mühendisliği bu parçacığı bulamaz, bunun eksikliği nedeniyle yapma tahıl dünyayı doyurmayacaktır. Bu yüzden Cemil doğal buğdayı, dünyadan yok olmaya yüz tutmuş olsa da, orada burada kalmış birkaç tohumu arar. Buğday hem dünyanın kurtuluşu, hem Cemil’in (dolayısıyla Kaplanoğlu’nun) hakikatidir.
Novus Vita, Kabil ve Tarım Devrimi
Şimdi, yönetmenin tarım üzerinde kurguladığı bu iyi ve kötü, yalan ve hakikat denklemine bakalım. Hakikati temsil eden doğal, gerçek bir tarım vardır, temiz toprak vardır, insan bu doğal tohumu, temiz toprakta yetiştirir ve Tanrı’nın nimeti ile beslenir. Yalanı ise genetik mühendisliği, bilim ve kapitalizm temsil eder. Toprak kirlidir, tohum yapmadır veya oynanmıştır, dolayısıyla mahsul kusurlu, eksik, hastalıklı ve dünyayı açlığa sürükleyen bir besindir. Hikâyede dünyayı yöneten şirket, bilim şirketinin adı Novus Vita’dır. Yani Yeni Hayat. Bilim insanlığa bilgi ile işlenmiş bir tohum, milyonlarca insanı kolaylıkla doyuracak verimli bir gen önerir. Yeni bir tarımla yeni bir hayat. Tıpkı Kabil’in önerdiği gibi.
Bilirsiniz, semavi dinlerin kitaplarında Habil ile Kabil kıssası geçer. Habil çobandır veya farklı bir yorumla avcıdır, hayvanla beslenir. Kabil ise çiftçidir, insanlığın yeni icadının yani tarım devriminin temsilcisidir. Tanrı kurban ister, Habil bir keçi (veya bir deve) ile gelir, Kabil ise buğday veya arpa taneleri ile. Filmin son karesinde karınca yuvasından çıkan ve Erol’un avucunda dünyanın kurtuluşunu temsil eden buğday taneleri, on bir bin yıl önce Kabil’in avucunda da Tanrı’ya sunulmuştu. Tanrı Kabil’in bu kurbanına kızdı. Değersiz olduğu için mi? Hayır, Kabil aslında Habil’in kucağındaki keçiden çok daha değerli bir şey getirmişti; tarım. Yani Habil insanlığın avcı ve toplayıcılığını temsil ederken, Kabil bilgi ve bilimle, bilişsel bir hamleyle insanlığın daha kolay beslenebileceği, daha fazla üreyebileceği yeni bir sistemi öneriyordu. Avucunda teknoloji vardı. Ama Tanrı bu hediyeyi beğenmedi.
Tanrı Kabil’in Novus Vita’sını neden beğenmedi? Bunun cevabını geçen on bir bin yıl bize verdi. İnsan buğdayı evcilleştirme ümidiyle ona yöneldi, ama buğday onu evcilleştirdi. Onu toprağa bağladı, toprağın bekçisi yaptı. Özgürlüğünü elinden aldı. İnsan tarımla çoğaldı, tarımla mülkiyeti doğurdu, mülkiyet ise zulmü. İnsanlar yerleşimler kurdular, güçlüler güçsüzleri ezdiler, çoğunluk azınlık için çalıştı, beyler, ağalar, krallar, padişahlar ortaya çıktı. Elbette bu bir yorum. Tarıma geçmeyip avcı-toplayıcı olarak kalsaydık daha mı mutlu olurduk? Bundan emin olamayız. Ama tarımla gelen yeni hayat, Novus Vita, şimdide bir distopya yarattı. Belli ki Tanrı, en başından Kabil’in hediyesini bu yüzden beğenmedi. Oysa o avucundaki bilginin değerine çok inanıyordu, kardeşi Habil bilgisiz bir çobandı, Kabil ise yepyeni bir bilgiyle donanmış, insanlığın yeni ufkuna yönelmişti. Kardeşini öldürdü ve onu gömdü, avcı toplayıcı dönemi kapattı. İnsanlık artık Kabil’in yolundan ilerledi, kendi bilgisine güvendi, Novus Vita’sını kurdu ama cehaletinde boğuldu.
Bana sorarsanız film Hızır ile Musa’nın kıssasına bağlı gibi gözükse de Kabil’i anlatıyor. Kabil tarihin ta kendisi, Kabil tüm cehaletiyle bizim gerçeğimiz. Habil ise sadece bir ütopya. Ne yaparsak yapalım tarih bizim cahil cesaretimizle ilerliyor. On bir bin yıl önce Kabil’in önerdiği Novus Vita insanlığın hakikatine yönelik bir saldırıydı, bir tür kendimize yabancılaşmaydı. Şimdi Kaplanoğlu’nun filminde Kabil’in Novus Vita’sının, yani sararmış buğday tanelerinin Erol’un avucunda bir hakikate döndüğünü ve bu hakikate karşı genetik biliminin önerdiği Novus Vita’nın saldırıda olduğunu görüyoruz. Ama geçtiğimiz on bir bin yıl bize cehaletin kazandığını gösterdi, genetik mühendisliği kaçınılmaz olarak yeni hayatımız olacak, hakikatimiz olacak. Belki bir yüz yıl sonra Semih Kaplanoğlu’nun öğrencileri bu sefer bu hakikatimizi başka bir Novus Vita’ya karşı savunacaklar. Yani tarih yalanı hakikat yapan en büyük dolandırıcı. İnsanın inanmaktan başka çaresi var mı? Kaplanoğlu çaresizliğimizin filmini çekmiş.
(Bu yazı ilk kez Hayal Perdesi’nin 60. sayısında yayınlandı.)