Devletlerin ve toplumların resmi tarihi; istenmeyenlerin, sürgün edilenlerin, öldürülenlerin haksızlığı üzerine kurulu. Göç edenlerin bireysel inisiyatif kullandığı yahut büyük suçlar işlediği için bunu tercih ettiği günümüzde hâlâ yaygın bir kanaat. Toplum, içinde bulunduğu krizle yüzleşmek yerine göçmene yahut ölüye kabahat yüklemek konusunda hevesli. Ancak aynı zamanda her toplum vakti geldiğinde kurguladığı geçmişi bozmaya, hafızasını bürokratik zorunluluktan kurtararak tekrar inşa etmeye yazgılı gibidir. Sürekli ertelenmesine, kimi zaman baskıyla engellenmesine rağmen farklı araçlarla bu yapıbozumu sürdürülmek istenir. Sinema da geçmişi icat etme işlevini dönem filmleri kategorisi altında pekâlâ yerine getirir. Üstelik bir ders kitabı ya da siyasi bir demeçten daha etkili olabilecek sinemanın, geçmişi kurarken kendi biçimsel geleneğini belli ritüellerle oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hollywood sinemasından aşina olduğumuz ancak farklı ülke sinemalarında da örneklerine rastladığımız tarihi filmlerin alışık olduğumuz kurgusunu ve karakter özelliklerini bu ritüeller arasında sayabiliriz.
Geçmişle derdi olan ve onu bahsettiğimiz gelenekten kopararak özgün anlatımıyla tekrar kurgulayan Christian Petzold, gitmek ile kalmak arasında sıkışan, çoğu zaman yurt edindiği mekândan koparılmış yasa dışı göçmenler, siyasi suçlular, mülteciler, sürgün edilmiş doktorlar, yazarlar ve müzisyenlerin hikâyelerini sinemaya taşır. Hikâyeler olmasa da aktardığı duygular, işaret ettiği sorunlar ve ortaya attığı tartışmalar her zaman için tanıdıktır. Nazi toplama kampından kurtulan Nelly’yi anlattığı Yüzündeki Sır (Phoenix, 2014) insanın kim olduğu, kimliğini hangi öğelerle oluşturduğu konusuna eğilirken, Barbara (2012) ise siyasi görüşünden dolayı taşraya sürgün edilen bir doktorun yalnızlığı üzerinedir. Tüm bu hikâyeler II. Dünya Savaşı’nın yarattığı derin travmayı yaşayan bireylere ve onların birbirleriyle kurdukları ilişkilere odaklanır. Bu başlı başına geçmişi yeniden üretmek, onu bir kez daha topluma hatırlatmaktır. Peki Petzold bu hatırlatma sürecine nasıl bir anlam yüklemektedir? Söz konusu anlam yönetmenin dünyayı görme biçimini, elindeki imgeleri nasıl kullandığını ve buna zemin hazırlayan kültürel birikimi temsil etme gücüne sahiptir.
Elveda Lenin! (Good Bye Lenin!, 2003) ve Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen, 2006) gibi filmlerin Batı’dan ve şimdiki zamandan bakılarak yazıldığını söyleyen Petzold, 2012 yılında Altyazı’ya verdiği röportajda, yaşadığı ülkeye on beş-yirmi yıl önce neler olduğunu merak etmesiyle dönem filmi yapmaya başladığını aktarır: “Oysa kimsenin üzerine hikâyeler anlatmadığı bir dönem 1980’ler. Mesela şimdi Yunanistan’da yaşayan 19-20 yaşlarında bir genci düşünün. Biliyorsunuz ki sizin için bir gelecek yok, iş imkânı yok. 1980’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yaşayan insanlar da bu ülkenin ölmekte olduğunu biliyorlardı. Ülke can çekişiyordu. Peki, yarın uyandığınızda var olmayacağını bildiğiniz bir dünyada, sevgiye, arkadaşlığa, hayallerinize ne oluyor?” Petzold geçmişi kutsamak, ona övgüler düzmek ya da onu lanetlemek için değil geçmişin bireyler tarafından nasıl deneyimlendiğini anlamak için ona yönelir. Barbara filminde Barbara ile Andre’nin birbirine şüpheyle yaklaşması, Yüzündeki Sır’da Nelly’nin ummadığı bir tavırla karşısına çıkan kocasından vazgeçmemesi ve Transit’te Georg’un gidecek olmasını kaldıramayan küçük Driss’in öfkesi Petzold’un geçmiş imajını kurgular. Kahramanların geçmişi, onlar bundan sonra ne yapacaklarını bilmediklerinde, önlerine çıkan fırsatları değerlendirip yaşamlarını sürdürmeleri konusunda geleceklerini sürekli kuran bir unsurdur. Birbirlerine bakışları, tedirginlikleri, güvensizliklerinin ardında yaşadıkları travmalar vardır. Bu yaklaşım, geçmişin kolektif olduğu kadar öznel süreçler dolayımıyla da aktarılması gerekliliğine işaret eder.
Transit, Petzold’un diğer filmlerine kıyasla daha fazla karaktere, yan hikâyeye ve tesadüfe yer verdiği bir film. Filmde bir geçiş ve kurtuluş bölgesi olarak yer alan Marsilya sayısız mültecinin geçici konaklama durağı haline gelir. Anna Seghers’in 1942 tarihli romanından uyarlanan filmde Nazi işgalinden kaçan Georg da Marsilya’ya sığınmış, geçiş vizesi alabilmek için sürpriz bir yola başvurur. Petzold’un günümüzde yaşanan mültecilik problemine en yakından bakan filmi olarak kabul edebileceğimiz Transit bunu iki unsura borçlu: İlk olarak Petzold’un kamerasını farklı mekânlara çevirmesi ve bu yolla görsel yoğunluğu artırması. İkincisi ise izleyiciyi çok fazla mülteciyle karşı karşıya getirmesi, her birinin hikâyelerini aktarması. Bu iki etken filmin ritmini artırır ve Transit’i yönetmenin önceki yapımlarındaki taşra durağanlığından çıkarır.
Doğu Almanya’nın taşrasına sürgün edilen Barbara’nın bisikletiyle geçirdiği sakin taşra günleri yerini canını kurtarmak için olmadık yollara başvuran, sürekli oradan oraya koşturan, bir apartman dairesinde onlarca insanla beraber kalan mültecilere bırakır. Bu, filmdeki geçmiş olgusunu mekânsal olarak bugünle ilişkili hale getirir. Bir mekândan diğerine gitmek üzere olan ve bir saat sonrası belirsiz karakterlerin bulundukları mekânlar geçiciliğin temsili haline gelir. Yönetmen Petzold 1942 yılından bugüne değişen hiçbir şeyin olmadığını geçmişi manipüle etmeden, bugünü direkt olarak hissettirmeden anlatmayı başarır. Zamanın geçiciliği mekânın değişimiyle iç içe geçer. Bu bahsettiğimiz, geleneksel geçmiş anlatısından farklı bir formdur. Mekân hem olayın geçtiği yer hem de geçmişin bir temsili ve mültecilerin en zor tecrübelerinden biri olarak belirir.
Filmin görselliği klasik bir dönem filmi olarak kurgulanmaz. Günümüz Marsilya’sı olduğu gibi karşımızdadır. 1940’larda geçen film mekânsal ve zamansal olarak geçiş halindedir. Transit ifadesi kahramanların varmak istedikleri yer ile arasındaki alanı vurgular. Georg’un transit vizesi almak için sıraya girdiğinde kendisine bir şeyler anlatmak isteyen kadınla kurduğu diyalog, yönetmenin geçmişi kurgulama sürecinde oldukça bir yerde durur. Georg sürekli hayat hikâyesi dinlemekten bunalmış vaziyette mekândan uzaklaşırken sıra bekleyen tüm insanların birbirlerine benzer şeyleri anlattığı görülür. Kime anlattığı ya da ne anlattığı önemli değildir. Marsilya’dan bir gemiye binerek bulundukları mekânı terk etmenin umududur bu geçmiş anlatıları. Çünkü geçmişte olmuştur ve artık bugünü yaşamanın vaktidir. Ancak Petzold karakterlerin geçmişlerinin “-mişli geçmiş zamanda” saklı kalmasına izin vermez, onları bir dizgesel bütünlük içerisinde günümüze taşıyarak özgün bir zaman-mekân ilişkisi inşa eder.