Herkesin bir ötekisi vardır. Ötekinin temsil ettikleri, kimlik inşasında belirgin rol oynar. Ancak öteki, kimliğin tamamlayıcı unsuru olmaktan çıkıp ana ekseni haline geldiğinde, kimliğin dengesi bozulmaya başlar. Bu aşamada öteki artık, kimlik konsolidasyonu için varlığına ihtiyaç duyulan bir olgu değil, sürekli yıpratılması ve hatta yok edilmesi arzulanan bir düşmandır. Ötekine dair olumsuz algılar bir topluluğu büsbütün kuşattığında, ötekinden duyulan korku uç noktalara ulaşıp fobiye dönüşür ve ötekine yönelik nefret suçlarını besleyen bir ortamın zeminini hazırlar. Türk Dil Kurumu’nun, “belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü korku, yılgı” olarak tanımladığı fobi kavramı ile İslam kelimelerini bir araya getiren İslamofobi terkibi, ne yazık ki yirmi birinci yüzyılın en yakıcı gerçeklerinden birine tekabül eder.
Dünya üzerinde bir buçuk milyardan fazla insanın inandığı İslam dini ve onun mensupları Müslümanlar hakkındaki korku, öfke, önyargı, nefret ve hoşnutsuzluk anlamını taşıyan İslamofobiye en yoğun rast gelinen alanlardan biri de sinema. Genelde Batı, özelde Amerikan sineması, yani Hollywood’un İslamiyet ve Müslümanlar hakkında geliştirdiği prototipler ve anlatılar, İslamofobinin en belirgin örneklerine karşılık gelir.
“Washington ile Hollywood’un DNA’sı aynıdır.” Amerikan Sinema Filmleri Derneği’nin eski başkanı Jack Valenti’nin bu meşhur sözü, Hollywood’a başlangıcından beri içkin pozisyondaki İslamofobinin, 11 Eylül sonrası nasıl fütursuzca kendine alan açtığını anlamamızı sağlayan bir gerçekliğin altını çizer. Zira Atlantik merkezli bir süper güç olarak ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ekonomi-politik sistemde başrolü üstlenirken, küresel çapta bir kültürel iktidar inşa edip bunu sürdürmek için sinemayı temel araç olarak kullanır. Ortadoğu merkezli siyasal gelişmelerde Washington’ın temel hareket alanını çevreleyen kırmızı çizgiler olan petrol kaynaklarının kontrol edilmesi ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması stratejisi, Hollywood’un İslam ve Müslümanlara dair duruşunun da ana eksenidir. 1948’de Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulmasıyla ortaya çıkan Filistin Sorunu, petrol ihracatçısı Arap ülkelerinin 1973’te ABD ve bazı Avrupa ülkelerine petrol ambargosu ilan etmesiyle yaşanan Petrol Krizi, 1979 İran Devrimi ve 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere düzenlenen terör saldırısı, Hollywood’un Washington eksenli İslamofobik üretimine konu sağlayan başlıca siyasal gelişmelerdir. Fakat 11 Eylül’ün ABD’nin Ortadoğu’daki dengelerini alt üst eden etkileri göz önüne alındığında, bu uğursuz eylemin Hollywood’un İslamofobik üretimine kaldıraç etkisi yapan bir kırılma noktası olduğu söylenebilir.
11 Eylül’ü üstlenen El-Kaide örgütüyle mücadele, sonradan gerçek olmadığı anlaşılan gizli nükleer silah sahibi olması ve terörü desteklemesi gibi iddialarla 2003’te Irak’ın işgali, 2001-2014 dönemindeki Hollywood üretiminde önemli bir yekûn tutar. George Bush yönetiminin El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’e ev sahipliği yapan Taliban idaresini devirmek için Ekim 2001’de Afganistan’ın işgaliyle başlattığı Terörle Küresel Savaş sicili insan hakları ihlalleriyle maluldür. Yine de terör şüphelilerinin Küba’daki Guantanamo Askeri Hapishanesi’nde senelerce yargılamadan tutulmasından, işkenceyle konuşturulmak üzere Amerika toprakları dışında yer alan CIA kontrolündeki gizli merkezlere gönderilmesine kadar ABD’nin tepki çeken uygulamalarının Hollywood’daki karşılığı, anlaşılır bulmaktan desteklemeye uzanan geniş bir olumlama perspektifinde seyreder.
(Yazının tamamını Hayal Perdesi’nin 56. sayısında okuyabilirsiniz.)