Ratcatcher (1999) ve Morvern Callar (2002) adlı filmlerinin ardından üçüncü uzun metraj çalışması Kevin Hakkında Konuşmalıyız (2011)’la Lynne Ramsay, çocuğunun doğumuyla iş yaşamına ara veren Eva’nın belleğine sızarak seyircisini modern kadının annelik dilemmasına ortak ediyor. Lionel Shriver’ın aynı adlı romanından Lynne Ramsay ve Rory Kinnear’ın uyarladığı film, annelik tabusu üzerine düşünmeye çağırıyor. Lineer zamanı tersyüz ederek biçimlenen filmde yönetmen, hikâyeyi parçalayan kurgu oyunlarıyla seyircisini Eva’nın belleğine çağırıyor. Kamera, film boyunca donuk yüzü, fersiz gözleriyle buzdan bir heykel gibi etrafında olup bitenleri “seyreden” Eva’nın annelik travmasına eşlik ediyor. Oğlu Kevin’ın (ancak filmin sonunda görebileceğimiz) aleni “suç”uyla yüzleşen Eva, hazmetmesi zor anlarla baş başa kalıyor.
Annelik Cennetinden Annelik Cinnetine
Kevin daha ana rahmine düştüğü anda başlar Eva’nın nevrozu. Kevin’ın doğumu, bebekliği, çocukluğu, ergenliği hepsi ayrı birer travmadır Eva için; oğlunun büyük suçu ise yaşadığı travmayı doruklara taşır. Bir gezi dergisinde yazan ve Efsanevi Maceraperest adlı kitabıyla tanınan Eva Khatchadourian, çocuğunun doğumuyla birlikte kariyerine ara vermek zorunda kalır. Bu durumu kabullenmiş görünmesine karşın içini kemiren öfke, Kevin’la eşzamanlı büyür. Kevin’la yaşadığı macerada Eva, fiziken oğlunun yanı başındayken zihnen hep uzaklardadır. Eva’nın zihnini ikiye bölen bu dilemma içinde büyüyen Kevin da benzer bir haletiruhiyeyle annesinin hayatını cehenneme çevirir.
Kevin, annesinin içinde filizlenen ve kendisiyle birlikte serpilip gelişen o gizli duyguyu, öfkeyi, lâneti kolaylıkla sezmiştir; iki taraflı maskesiyle dışarıdan bakıldığında uyumlu, sakin bir çocuk, annesiyle birlikteyken ise adeta şeytani bir varlıktır. Bu maske, Eva’nın dışa bakan yüzüyle bastırıp durduğu içyüzünü imler bir bakıma. Kevin’ın her şeyin gereğinden fazla düzenli, handiyse el değmemiş, kişiselleştirilememiş odası da Eva’nın yüzüne fena hâlde benzer: Donuk, ifadesiz, renksiz. Kevin da annesi gibi içinde biriktirmektedir her şeyi; içini açtığı tek kişi ise yine annesidir. Öfkesini içten içe büyüten Kevin, aleni suçuyla (doğduğundan beri tepkisiz ve ilgisiz kendisini seyreden) annesine nefretini kusmak, varolduğunu göstermek ister. Kevin, suçunu annesine adamış, toplum ise zaten anneyi çoktan günah keçisi ilân etmiştir.
Film boyunca karşımıza çıkan, Eva’nın durmadan kazımaya, hayatından çıkarmaya çalıştığı kırmızı lekelerle Ramsay, bir yandan modern kadının üzerine oturmayan “kutsal anne” rolüne bir yandan da “kadın”ın rahmine atıf yapar. Öyle ki şeytani işler peşindeki Kevin da Eva’nın rahminde serpilir. Yönetmen, Eva’nın üzerindeki baskıyı kırmızı metaforuyla durmadan yardıma çağırır. “Kadın”ın üzerine çöreklenen günahın, suçun altını öyle ısrarla çizer ki kırmızı bombardımanına tutulan filmin dili manipülatif olmaktan kurtulamaz. Filmin başındaki Domates Festivali’nde erkeklerin kollarında havaya kaldırılıp yüzü göğe çevrilen Eva/Havva, ardından yere indirilir ve kırmızıya bulanır. Bu sahne bir bakıma kutsal anne rolüyle başa çıkamayan Eva’nın yere çakılışını imler. Ne yapsa içini dolduramadığı bu kutsal giysinin içinde bocalayıp durur Eva; oğlunun günahını da sırtlandığında çelimsiz varlığıyla artık kendini taşıyamaz hâle gelir. Nihayet suçun ve günahın kadim taşıyıcısı “kadın”, tekrar cehenneme gönderilir. Belki de bu yüzden Eva, kapısına gelen (muhtemel ki mezar pazarlayan) iki adamın “Öldükten sonra nereye gideceğinizi biliyor musunuz?” sorusuna hiç düşünmeden “O, evet, doğrudan cehenneme gideceğim.” karşılığını verir.
Kevin Hakkında Konuşmalıyız’la modern kadının yaşadığı annelik deneyimine gözlerini çeviren Lynne Ramsay, Eva/Havva’yı taşa tutmanın, onun içinde yaşadığı cehenneme odun taşımaktan başka bir işe yaramadığını gösterirken annelik hakkındaki bütün bilgilerimizin de güncellenmeye muhtaç olduğunu bizlere hatırlatıyor. Filmde hiç kimse Kevin hakkında konuşmazken yönetmen, hikâyenin orijinalindeki bu ismi koruyarak aslında sorunun kaynağını ana rahminde değil başka yerlerde aramamız gerektiğine ve konuşulması vacip daha pek çok şeye de telmihte bulunuyor. Film diliyle Eva’nın ruhundaki sarsıntıyı seyircisine de taşıyan yönetmen, ardında bıraktığı doğurgan sorularla bizleri bir muhasebeye çağırıyor.
Modern Kadın “Kutsal Anne Miti”nin Altında Eziliyor
Modern birey, maddeci bir yaklaşımla şekillendirdiği ve insan ölçekli inşa edemediği evi, içi, yaşam biçimiyle “kutsal”ı çoktan ötelere atmış durumda. Buna rağmen kutsalla göbek bağını koparan modern insan, her nasılsa anneliği kutsalla bitişik okumayı sürdürüyor. Oysa görmezden geldiğimiz bir şey var: Metafizik düzleminden koparılan annelik cenneti yerini kolaylıkla cinnete bırakabiliyor ve insanın fıtratına dahleden yaşam biçimi, anneliğin doğuştan geldiği gerçeğiyle çelişiyor. Tam da bu yüzden modern kadın “kutsal anne miti”nin altında eziliyor. Bugün Eva’nınkisiyle yer yer kesişen (üçüncü sayfalara itiştirdiğimiz) pek çok hikâye de aslında bu dilemmanın yarattığı nevrozu imliyor. Oysa gerçeği görmezden gelen eril söylem (ya da evde hiç uzun uzadıya vakit geçirmeyen, hep işte olan eril güruh mu demeli), günahı yine kadının boynuna dolayarak (sanki zamanında takdir edilmişlercesine) “eskinin anneleri”ni yardıma çağırıyor. Bu ise romantize edilmiş nostaljik bir çağrının ötesine geçemiyor. Anneler eski anneler değil, evet, ama kabul etmeliyiz ki “ev” de eski ev değil.
İçinde Hayata Yer Bırakılmayan “Ev”
Kullandığımız kelimeler, dünyaya bakışımız, kâinat tasavvurumuz, yaşam biçimimiz hakkında pek çok şey söylüyor: Çocuk sahibi olmak. Henüz yeryüzündeki macerası başlamadan “sahip” kelimesiyle yan yana koyulan çocuk, metalaşıyor ve bir pazarlıkla dünyaya geliyor. Oysa hayat pazarlığa gelmiyor ve anneliğe mündemiç şefkat, merhamet, fedakârlık, sabır gibi hasletler, modern bireyin bencilliği, hırsı, tamahı ve konfor düşkünlüğüyle ters köşelerde konumlanıyor. Günlük hayatını kolaylaştıran “maddi” refaha “sahip” olmak için handiyse köle gibi çalışan modern birey, ne yazık ki çocuk mefhumunu da bu kategoriye sığıştırıyor. Oysa çocuk, doğası itibarıyla rahatlığı bozarak, düzeni değiştirerek “ev”e yerleşiyor ve konforu yerle bir ediyor. Filmde de yönetmen, iliklerimize işleyen konforun altını oyuyor: Daha fazla konfor uğruna başka eve taşınmaları Kevin’la birlikte sosyalliğini yitiren Eva’nın kâbusuna son vermezken, yeni evleri de ne yazık ki Eva’yı içinde yaşadığı cehennemden çıkaramıyor.
Modernizmle birlikte hayatın dışına itilerek sadece iş dönüşü kısa süreli bir dinlenme yeri şeklinde tasarlanan evlerimiz, içinde bir “hayat”ı yeşertme imkânını bünyesinden adeta kusarak atıyor. Kabul etmeliyiz ki yanı başımızda yükselen duvarlar bizi bencilleştiriyor; içinde yaşadığımız taş, ruhumuzu tahrip ederek fıtratımızla oynuyor. Dışarıyla içerinin çelişkisi ruhumuzu bir darboğaza sokuyor. Gariptir ki bir başka adı da “hayat” olan çocuk bu eve doğuyor. Anne bu buhranın, bu evin içinde hayata nasıl yer açacağı, onu nasıl yeşerteceği çelişkisiyle baş etmeye çalışıyor. Çocuk, bu çelişkinin içinde büyüyor ve ruhu zarar görüyor. Kendinden bir parça olan çocuğunun ruhundaki ızdırap, annenin içinde sayısız kere katlanıyor. Ve alt edemediği acıların mağlubiyetiyle anne, çocuğuyla birlikte nefes almak uğruna, kendini dışarı atıyor.
Deneyimlerimizi, özlemlerimizi, hâsılı hayatımızı biriktirdiğimiz bir mekân, bir hafıza, bir varlık alanı, bir dil olarak evlerimiz de hayli zamandır ne yazık ki mürai: Dışyüzüyle yeni, cilalı ve steril içyüzüyle ise bakımsız, terk edilmiş ve harap. Böylesi bir ikilemin içinde “yükselen”, hayata yer bırakılmayan evlerimiz bugün ne yazık ki boş: “Ne güzellik telakkisi ne hayat alanı ne de kozmik bir tasavvur olarak ev mefhumu hayatımızda yok artık.” (1) Tam da bu yüzden evlerden kaçıyor insanlar. Tabii burada hesap tersine işliyor: Önce erkekler terk ediyor kaleyi, sonra kadınlar ve en son çocuklar. “Ev”le rabıtasını çoktan yitirmiş modern kadın da kendini dışarıda arıyor ve erkeğin rolünden çalmaya başlıyor. Erkekleşen anne-kadın, çocukla karşılaştığında ise doğal olarak eli ayağına dolaşıyor.
Eva’nın hikâyesi, esasında içinde yaşadığımız topraklara hiç de yabancı değil. Modern yaşamın baskısı altında ezilen her annenin, Eva’nın kimi ruh hâllerine zaman zaman aşinalık duyabileceğini kim inkâr edebilir? Zira üzerinde hiçbir tahlile girişmeden Batı’dan devşirdiklerimiz, özellikle (bir yaşam alanı oluşturan) mimarimiz, bize belli bir yaşam biçimini de dayatıyor. Kendi ananemizden süzülen yeni bir ev ve kültür bilinciyle yaşam alanımızı radikal kararlarla yeniden inşa etmediğimiz takdirde bugün içinde yaşadığımız taşın rahminde büyüyen Kevin’lar çok uzak değil yakın bir zamanda etrafımızı cehenneme çevirebilir.
(1) Faruk Deniz, “Ev insanın içidir”, Anlayış Dergisi, Mart 2007, Sayı: 46, s. 78-79.
http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=46&makaleid=278 (Erişim: 28 Şubat 2012)