Uyarı: Bu yazı filmle ilgili bazı sürprizleri ihtiva eder.
Birkaç yıldır uzun metrajlı film üretmeyen Studio Ghibli, Kırmızı Kaplumbağa ile bu durgunluğu bozdu. Filmin yönetmeni Michaël Dudok de Wit, Father and Daughter (2000) kısa animasyonuyla yoğun ilgi görmüştü. Ghibli de bu ışığı görmüş olacak ki ilk defa yabancı bir ortak ve yönetmenle bir projeye imza attı. Altmış üç yaşındaki Hollandalı yönetmenin, geç de olsa, ilk uzun metraj filmi böylece seyirciyle buluştu.
Kırmızı Kaplumbağa’nın kahramanı, denizden savrulup adaya düşünce, “Robinson Crusoevari” bir hikâye beklentisi oluşur. Kahraman adada medeni bir yaşam sürmeye çalışacak mı, kiminle karşılaşacak, neyle savaşmak zorunda kalacak soruları birbirini kovalar. Çünkü ada, genellikle çaresizlik mekânıdır ve medeniyetin ulaşmadığı topraklardır. Adaya gelen karakter oraya, kendince, gelişen dünyanın imkânlarını, aydınlanmayı getirecek kişidir. Ancak Kırmızı Kaplumbağa, sandığımız düzlemde ilerlemez. Bu türden soruları kenara bırakarak görselin dinginliğine çağırır. Böylelikle adadan kaçmaya çalışan karakterin doğayla ilişkisini, kaçış mücadelesini yeni bir gözle izlemeye başlarız. Onun kaçışındaki en büyük engel olan kırmızı kaplumbağa ortaya çıktığında ise film mistik bir boyut kazanır. Gerçek dünyadan uzaklaşarak, sembolik bir evrene açılır.
İnsan Ne ile Yaşar
İsmini ve adaya neden geldiğini bilmediğimiz karakter, sadelikle resmedilir. Karakter adaya düştüğünde orayı keşfetmek yerine ilk iş olarak gitmek için bir sal yapar. Ancak göremediği deniz canlısı, salını parçalar ve tekrar adaya dönmesine sebep olur. Daha dayanıklı bir araç yapmaya çalışsa da bir türlü adadan gidemez. Her defasında kırmızı kaplumbağa, ona görünmeden salını parçalar. Karakter öfkelenir, halüsinasyonlar görür, çaresiz kalır.
Karakter adadaki yaşamı boyunca, bulunduğu yeri değiştirmek yerine kendisini oraya uyarlar. Filmin başında geldiği dünyaya geri dönmek istemesi, insani bir tepkidir. Zamanla, başına gelen felaketler dahi onu kaçışa sevk etmez. Başkaraktere bu kırılmayı yaşatan, mitolojik bir yeniden doğuş yaşayan kırmızı kaplumbağa ya da yeni haliyle bir kadındır. Kadın karakterin doğuşu, erkeğin yeni benliğinin başlangıcı olur. Artık ada, önyargılarıyla dışladığı bir yer değil, güzellikleri fark edebildiği, huzur duyduğu bir mekândır. Burada aile kurarken, medeniyetin sunacağı zenginliklere ihtiyaç duymaz. Sade hayatlarında daha fazlasını istemeden yaşamayı, paylaşmayı, birbirini korumayı, saygı duymayı başarırlar. Kırmızı Kaplumbağa peri masalını andırsa da bizi doğayla, yaşadığımız yerle, medeniyet algımızla hesaplaşmaya çağırır. Hırsların, kaygıların, isteklerin, bencilliklerin anlamsızlığının altını çizer. “İnsan gibi yaşayabilmek için nelere ihtiyaç vardır?” sorusuna cevap arar.
Sessizliğin Bilinmezliği
Heidegger sessizliğin anlamı açığa çıkardığını, hatta sözden de üstün olabileceğini söyler. Ancak teknoloji her alana sirayet etmiş, şehirler büyümüşken sükût, lükse dönüşür. Dijital alan ifade isteğinde patlama yaratır ve sesler birbirine karışır. Gündelik hayatın genel söylemleri, öznel sesleri eritir. Kulaklar yorulsa da diyalog kurulamaz.
Kahramanın adaya düşmesi, ona sözün imkânının ötesinde bir uzam açar. Burada yalnızca doğayla muhataptır. Sadece doğanın sesleri vardır. Adada belleğindeki yükle hareket eder, ancak burada geçmişindeki yaşama dair bir söz yoktur. Filmde, sözün olmadığı bir evren sunulması başka türlü bir iletişimin yolunu açar. Bu iletişim, gerçek manada duyumsamayı, anlamayı içerir. Çünkü söz, nesnelerin ve duyguların bulunduğu dünyaya düzen getirir. Bu düzen hayatımızı kolaylaştırdığı gibi yapay kurgular sunmasıyla tahakküm kurar. Dil sayesinde her şeyin denetimimizde olduğunu düşünür, kaderimizi yönlendirmeye çalışırız. Yine sözcükler sayesinde sahip oluruz. Etrafımızdakileri dilin içine alıp, sahiplik belirtiriz. Varlıklar söze dönüştüğünde farklı şekillere bürünür, algılara göre değişir. Bu, zenginlik olabileceği gibi, anlamı hapsetmeye de yol açar.
Sessiz ise bilinmezliğiyle korku uyandırır. Konuşan şey, ne olduğuna ve olabileceğine dair bilgi verirken, sessiz olan karşısındakini hazırlıksız bırakır. Karakterin başta yaşadığı yoğun endişenin sebeplerinden biri budur. Sessizliğin yükünü kaldıramaz, can havliyle kaçmak ister. Ancak kırmızı kaplumbağa onu adaya döndürdüğü gibi, sessizliğe de alıştırır. Ada onun için eve dönüşür. Onlar sessizliği paylaşırken, kendi aralarında öyle uyumlu bir “dil” geliştirir ki çatışma yaşamadan anlaşmayı başarırlar.
Dil öncelikle sessizlikten oluşur. Sessizliği anlamadan sözü anlayamayız. Yönetmenin hikâyesini anlatmak için neden sözsüz bir mekân seçtiği böylece anlaşılır. Dil kendisini dayatınca, adadaki tüm unsurların birer dekora dönüşmesi ihtimal dâhilindeydi. Karakterler konuşsaydı muhtemelen anlatı kısıtlanacak ve seyircinin tahayyülüne yer kalmayacaktı.