Kızılırmak-Karakoyun efsanevi bir halk türküsü olan Kızılırmak ile bir halk masalı olan Karakoyun’un tek bir fimde biraraya getirildiği 1967 yapımı Lütfi Akad imzalı trajik bir destanın filmidir. Mitolojilere has bir trajedi bu: Yerel geleneklerin, Pir Sultan Abdal deyişlerinin, Anadolu kültürünün izini süren Akad’ın ortaya çıkardığı destansı bir filmdir Kızılırmak-Karakoyun.
Kızılırmak-Karakoyun tam da arazi mülkiyetinin el değiştirdiği, feodal düzenin yeni egemen sınıfını oluşturduğu bir döneme denk gelir. Film kamu mallarını yerleşik hayata geçen Alevî-Bektaşî göçerlerin elinden alan, bütün arazileri ve meraları borçlandırılarak kendi zimmetine geçiren Abdi Ağa ve oğlu Ahmet’in zulmünün orta yerinde başlar. Abdi Ağa’nın adamları borcunu ödeyemeyen köylünün evini yakıp yıkar. Abdi Ağa’nın yegâne amacı oba beyi Hüseyin Ağa’nın obasını olabilidiğince borçlandırmak ve yıllar önce aynı obadan kovulan babasının intikamını almaktır. Abdi Ağa’nın zulmunün asıl nedeni de bu kinden kaynaklanır. Oğlu Ahmet’in gözü de oba beyi Hüseyin’in kızı Hatice’dedir.
Obanın çobanı Ali Haydar (Yılmaz Güney) ile Hatice (Nilüfer Koçyiğit) birbirine sevdalıdır. Üvey annesi tarafından kara yünü ağartmaya pınar başına gönderilen Hatice ile koyunları otlatan Ali Haydar gizli gizli buluşurlar. İkisinin buluşmaları tam da masalların, mitik hikâyelerin formuna uygundur. Ali Haydar sırtındaki kepeneğiyle bir çobandan ziyade tıpkı bir prensi andırır, Hatice ise civarda eşine az rastlanır güzellerdendir. Hatice’nin üvey annesi Zehra’nın da gözü Ali Haydar’dadır ve Hüseyin’in Abdi Ağa’ya borçlanmasının müsebbiblerinden biri de Zehra’dır. Obadaki Şaban ile el ele verip obayı Hüseyin’den, Hatice’yi de Ali Haydar’dan alıp Abdi Ağa’nın oğlu Ahmet’e vereceklerdir. Hatice durumu anlar ve Ali Haydar’dan kendisini alıp Yıldız Dağı’na kaçırmasını ister. Zehra bu duruma şahit olur ve Hüseyin’e yetiştirir olayı. Töreye uygun olarak bu olay Düşkünler Meydanı’na taşınır. Obanın ileri gelen büyükleri Ali Haydar’ı bu meydanda yargılayıp obadan sürmeye karar verirler. Fakat tam bu esnadan Dedecan’ın yanında gördüğümüz obanın yaşlılarından Ferhat, Ali Haydar’ı kurtarmak maksadıyla olanaksız bir şart koşulmasını ister obanın erenlerinden. Şartı da kendisi söyler adeta bir deyiş gibi: “Sürüsünü alalım elinden.Üç gün üç gece başkaları gütsün. Su verilmesin üç gün üç gece. Su yerine tuz verilsin üç gün üç gece. Sonra davarı suya salalım. Karşıda Ali. Sürüye su içirtmeden aşırtsın pınarı.” Şartı koşanın Ferhat olması oldukça manidardır. Başka bir imkânsız aşkın kahramanını hatırlatırcasına, imkânsız aşkın ne demek olduğunu biliyormuş gibi Ali Haydar’ın yanında yer alır Ferhat.
Kara Yün Ağarır mı Yıldız Dağı Aşılır mı
Hatice ve Ali Haydar da üç gün üç gece susuz kalır. Ali Haydar susuz dudaklarıyla kavalı üfler çünkü bu sürüye koşulmuş bir şart gibi gözüksede aslında Ali Haydar’ın kavalıyla sürüye suyu unutturup karşıya geçirmesiyle gerçekleşebilecek bir şarttır. Kavalıyla sürüyü su içmeden karşıya geçirecek Ali Haydar mitolojide sevgilisi Evridike’yi lir çalarak indiği Hades’ten kurtaracak olan Orfeus gibidir. Kara yünü ağartmak, geçilmesi imkânsız Yıldız Dağı’nı aşmak, üç gün üç gece tuz yedirilip susuz bırakılan karakoyun ve sürüyü su içmeden dereden karşıya geçirmek imkânsız aşkların, imkânsız merhaleleri gerçekleştirmenin metaforlarıdır.
Ali Haydar kavalıyla Karakoyun’u ve onun arkasındaki sürüyü su içmeden karşıya geçirir. Film boyunca Kızılırmak vesilesiyle de filmin bütünlüğünde bir su teması, aşka susamak, suya kanmak teması görülür. Su mitosu filmde önemli yer tutar. Ali Haydar ile Hatice pınar başında buluşurlar gizli gizli, Ali Haydar sürüye su içirtmek için, Hatice üvey anasının verdiği kara yünleri ağartmak için su başına iner. Ali Haydar’ın Hatice’ye kavuşmasının anahtarı susuz bırakılan sürünün su içmesini unutturacak denli kavalı çok iyi üfleyerek karşıya geçmesinde saklıdır. Su aşkınlaşmanın, sevgiliye kavuşmanın, aynı zamanda su kenarında kurulan yeni yaşam biçiminin kaynağı olur.
Kızılırmak-Karakoyun’u basit bir masaldan öteye taşıyan tüm bu hikâye yapısını anlatış biçiminde Akad’ın filmi tıpkı Dedecan’ın söylediği Pir Sultan Abdal deyişleri gibi şiirsel formla birleştirmesinde yatar. Obanın yaşlı erenlerinden, kör ama kalp gözü açık Dedecan karakteri önce bir üst ses olarak bu deyişleri söyler (bir nevi filmin kehanetini de açıklamış olur), sonra elindeki saz yardımıyla söylediği deyişler filmin ses kuşağında Orhan Gencebay’ın türkülerine dönüşür. Özgün bir film müziği kullanımına imza atar Akad. Dönemin yeni yeni duyulan isimlerinden Orhan Gencebay (bir sonraki yıl Metin Erksan’ın Kuyu (1968) filminin müziklerini yapacaktır) Akad tarafından bir daha keşfedilecektir böylelikle. Aynı durum Yılmaz Güney için de geçerlidir. Güney’in Akad’la yaptığı Hudutların Kanunu filminden sonra bu filmde oynaması hem oyunculuğunun sınırlarının imkânı açısından önemlidir hem de Ali Haydar’ın dervişane tevekkülü, mağrurluğu sonradan Yılmaz Güney’in personasına koşut bir şekilde (Kızılırmak-Karakoyun, Hudutların Kanunu (1967) filmiyle birlikte Güney için de bir dönüm noktasıdır) isyana evrilmesi açısından özel bir önem taşıyacaktır. Kızılırmak-Karakoyun gösterişli bir öykünün Akad’a özgü bilgelikle etkileyeci bir sinema örneğine dönüşmesi olarak sinemaseverlerin karşısında duruyor.