Son yıllarda -özellikle yetmiş filmin gösterime girdiği 2009 yılı itibariyle- sektörden, sinema çevresinden ya da halktan herhangi birine “Türk sinemasının halipürmelâli nedir?” diye sorulsa muhtemelen sadece olumlu cevaplar alınır. Çünkü istatistiklere bakıldığında özellikle Avrupa ülkeleri arasında yerli yapımların en çok izlendiği ülkelerden biri Türkiye. Bununla beraber genç sinemacıların, hatta henüz ilk filmlerini çeken yönetmenlerin filmleri yurt dışında festivalden festivale koşuyor, ödüller alıyor. Artık televizyonlarda bile yerli yapımlar ön plâna çıkıyor; hemen hemen her gün, son dönem Türk filmi örneklerine beyazcamda rastlamak mümkün. Diğer yandan sinema alanındaki faaliyetlere yönelik eğitim veren okullar, akademiler, kurslar, atölyeler açılıyor, seminerler düzenleniyor. Herkes tarafından gözlemlenebilen bu verilerden hareketle Türk sinemasının olumlu bir gidişatı olduğunu söylemek şart oluyor neredeyse.
Türk Sinemasının Makûs Talihi Ne Zaman Kırıldı?
Çok uzak değil yakın bir vakitte, 90’ların başında, yılda belki bir iki film çekilmekteydi; onları gösterecek sinema salonu ise bulunamıyordu. 2001 krizi ertesinde Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne başvuran film sayısı yeterli değildi, yapımcılar giderek azalmıştı; ortalıktaki az sayıdaki yapımcı da yalnızca kendini ispatlamış yönetmenlere film çekme fırsatı tanımaktaydı. Peki ne oldu da Türkiye’de sinema, Yeşilçam dönemini hatırlatırcasına tekrar en popüler alan hâline geldi? Sinemanın makûs talihi -görünürde- ne zaman kırıldı? Bu sorunun cevabı elbette ki tek değil.
“Yeni Türk Sineması”nın Eşkıya ile başladığını ileri sürmek iddialı olsa da en azından bu filmle sektörün bir dönüşüm içine girdiğini söylemek mümkün. Meselenin biraz detayına inelim: Eşkıya gösterime girdiğinde üç hafta boyunca iş yapamayıp kaldırıldı. Sonrasında ise filmi seyredip olumlu tanıtım hizmeti verenlerin de yardımıyla altıncı haftasında tekrar gösterime girdi ve uzun süre elinde tutacağı bir rekor kırdı. Bu filmle birlikte özellikle dağıtımcılar ve sinema salonu sahipleri Türk filmlerinin eskiden olduğu gibi gişe yapabilme potansiyelini yeniden idrak etmeye başladı.
Film üretiminin artışında en büyük etkenlerden biri de şüphesiz dijital üretim imkânlarının artması. Ticari getirisi yüksek olunca yapımcılık, yönetmenlik popüler mesleklerden biri hâline geldi. Bazı filmlerin elde ettiği ticari başarı birçok insanı film çekmeye itti. Yeni sinemacıların birçoğunun yurt içi ve yurt dışındaki festivallerde kabul görmesi, ödül alması da sinemaya ilgiyi arttıran faktörler arasındaydı. Meselâ 2009’da Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünde yarışan on altı filmin yarısı ilk filmini çeken yönetmenlere aitti; İstanbul Film Festivali’nde de keza öyle. Bunun dışında yurt içi ve yurt dışında sinemaya destek veren mercilerde de artış söz konusu. En önemlisi 2004 yılından beri devlet, sinema projelerine çeşitli kategorilerde parasal destek sağlıyor.
Popüler yaklaşımı bir tarafa bırakarak sorarsak hakikaten Türk sinemasının makûs talihi kırıldı mı? Buna evet demek biraz zor. Türk sinemasını ele alıştaki genel iyimser havadan sıyrılarak biraz da resmin arkasını görmeye çalışalım. En başta “box office”lere baktığımızda bazı filmlerin gişe rekoru kırdığını, diğerlerinin ise maliyetlerini bile çıkaramadığını anlamak mümkün. 2009 yılında üretilen filmlerin çoğu salon bulmuş olsa da hepsinin toplam hâsılatı 2009 yılının gişe rekortmeni Recep İvedik 2’yi yakalayamıyor. Gişe rekoru kıran Türk filmleri, Türkiye genelinde vizyona girdikleri salona oranlandığında gerçek bir vizyon başarısının sağlanıp sağlanmadığı da tartışmalı hâle geliyor. Bununla beraber Türkiye’de gişe yapan filmlerin gurbetçilerin olmadığı bir başka ülkede gösterim imkânı bulması da hâliyle pek imkân dâhilinde değil.
Ya Festivaller Olmasa…
Gişede başarılı olamayan, zaten gişe beklentisi de bulunmayan sanat filmleri kategorisindeki filmler ise yurt içi ve yurt dışındaki festivallerden kazandıkları ödüllerle maliyetlerini çıkarmanın yollarını arıyor. Peki ya festivaller olmasa? Bir sinema düşünün ki seyircisi olmasın, sadece festival jürilerine ve kısıtlı sayıdaki festival takipçilerine hitap ediyor olsun.
Dijital üretim olanaklarının ucuzlaması, genç sinemacıları harekete geçirdi. Pek çok kişinin kendi hikâyesini, derdini görüntüyle anlatma çabasına girişmesi, filmlerin sayısını arttırdı. İyi kötü bir senaryo yazılıp bakanlıktan destek alınıyor, ötesi bulunamazsa ev bark satılıp emek ortağı sıfatıyla ekipler kuruluyor ve filmler yapılıyor. Yeşilçam’da halkın yıldız oyuncusuna göre tercih ettiği filmlerin yerini artık yönetmeninin star addedildiği filmler alıyor. İlk filmini çekenlere karşı -filmin niteliğine çok da bakılmaksızın- mucizevî bir iş başarmış gibi bir tutum sergileniyor. Peki bu yönetmenlerden kaçının filmi umut verici? Ya da kaçı ikinci filmini çekebilmekte? En önemlisi üretilen filmler, Türk sineması başlığında kategorize edilebilir mi? Bunlar henüz sorgulanmayan hususlar.
“Türk Sineması Nereye?” başlıklı panelimizde İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Nezih Erdoğan’ın Türk Sineması’nın gidişatı ile ilgili “Ben Marx’a inanıyorum; nicel artış nitel iyileşmeyi de getirir.” şeklindeki değerlendirmesinin gerçekleşebilir bir sav olup olmadığını elbette zaman gösterecek.
Türkiye’de Sinema Neden Endüstrileşemedi?
Türk toplumunun sinemayla tanıştığı ilk yıllara dönüp bakarsak, sinemanın bu topraklardaki serüveninin üretimden çok gösterim mantığıyla başlaması ve uzun bir süre de bu mantığın değişmemesi, ülkemizde sinemanın endüstri olarak gelişememesinin temel sebeplerinden biri olarak görünmekte. Sinema, doğuşuna çok yakın bir tarihte ülkemize gelmesine rağmen bir sektör olarak gelişemedi. Diğer ülkeler yeni tanıştıkları bu buluşa hızla sanatsal, aynı zamanda ticari bir değer yüklerken Türk toplumuna sinemanın girişinden ancak 15 yıl sonra devlet eliyle Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin, 19 yıl sonra ilk Türk yapımevinin, 26 yıl sonra ise ilk özel Türk yapımevinin kurulması bunun en somut göstergeleri. Türkiye’de 1940’ların sonuna kadar, çok az sayıda yapım şirketi faaliyette bulunduğu için sinema bir türlü gelişim gösteremedi. Aslında Türkiye’nin -sinemanın ilk yıllarında dönemin tüm ağır şartlarına rağmen- ekipman bakımından dünyanın herhangi bir ülkesine kıyasla geride olduğu söylenemez. Daha çok yaratıcılıkla ilgili bir geri kalıştan söz edilebilir. Çünkü aynı dönemde diğer ülkelerde benzer ekipmanlarla çekilen filmlere bakıldığında, bugün klâsikler arasına girmiş birçok başyapıtla karşılaşılır.
Ulusal Sinema Kurumu Bir Çözüm mü?
Sinema Türkiye’de kurumları ve süreçleriyle bir sektör olarak kabul edilir bir hâle nasıl gelir? Devletin son yıllardaki sinemayla ilgili girişimleri sektörde kalıcı ve sağlıklı bir iyileşme sağlar mı? Tüm bu sorulara net cevaplar vermek elbette mümkün değil. Hâlihazırda Kültür Bakanlığı’na bağlı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün sektöre katkısı diğer devletlere göre hem düşük hem de plânsız. Ayrıca mevcut durumda sadece sinema projelerinin desteklenmesinde bile -dile getirilsin ya da getirilmesin- birçok arızi durumun olduğu herkes tarafından apaçık bilinen bir gerçek. Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen filmleri seyrettiğimizde bu tercihlerde hangi kriterlerin göz önünde bulundurulduğu, destek verilmeyenlerin diğerlerinden ne gibi hususlarda ayrıştığı akla takılan sorular oluyor.
Yakın gelecekte faaliyete geçmesi plânlanan “Ulusal Sinema Kurumu”nun sinemaya eşitlikçi, özgürlükçü bir platform saplayıp sağlayamayacağı hususunda da net bir şey söylemek zor. Mesele kiminin payının yüksek kiminin az olması ya da sektörün üzerinde kimin söz sahibi olacağı gibi algılandığı sürece bu tarz bir oluşumda sağlıklı ve kalıcı çözümler üretilmesini beklemek çok da gerçekçi değil açıkçası. Bugün projelere verilen desteklerin bile adilâne yapılıp yapılmadığı tartışılırken Türk sinemasının gelişmesine katkı sağlayacak, nitelikli işler üretilmesine zemin hazırlayacak, bunu da adil bir yaklaşımla gerçekleştirecek bir kurumun ortaya çıkması çok gerçekçi görünmüyor.
Türkiye’de her alanda olduğu gibi sinema sektöründe de kalıcı ve sürekliliği olmayan yollar denenmeye devam ediliyor. Bir zamanlar yılda iki yüz, üç yüz film üretilirken nasıl niteliksel bir dönüşüm yaşanamamışsa, Türk sineması şimdi de yine aynı döngünün içinde kalmayı sürdürecek gibi bir intiba bırakıyor. Elbette ki temennimiz bunun aksinin gerçekleşmesi yönünde.
Kaynakça
Burçak Evren, Değişimin Dönemecinde Türk Sineması, Antrakt Sinema Kitapları, Leya Yayıncılık, 1997.
Deniz Bayraktar (Yayına Hazırlayan), Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler-7: Sinema ve Para, Bağlam Yayıncılık, 2008 içinde.
Tunç Ertan, Türk Sinemasının İktisadi Yapısı, Yayınlanmamış İktisat Yüksek Lisansı, İTÜ. (bk. http://www.sadibey.com)