Bugüne kadar ya belirgin bir temsilden öteye geçememiş veya hiç temsil edilmemiş, bir anlamda bastırılmış çeşitli toplumsal kesimler, düşünceler, siyasal eğilimlerle farklı bakış açıları sinema perdesinde yavaş yavaş görünürlük kazanmaya başladı. Bastırılanın kendini ifşa çabası mevcut sinema dilini de değişime zorluyor gibi. Bu süreçte sadece yeni imgeler ortaya çıkmadı, mevcut imgeler de değişim gösterdi. Dahası mevcut dilin değişim karşısında tutukluğu, kekemeliği belirginleşti. 2009 yılında gösterime giren kimi filmler ekseninde bu değişimin, farklı şekillerde de olsa sinema perdesine yansıdığını söylemek mümkün.
2009 yılının son yarısında gösterime giren İki Dil Bir Bavul’un asıl önemli noktası bugüne kadar alışılmış bir kurguyu, genelgeçer bir algıyı, belki de inancı tersyüz etmesi: Batılı öğretmen, merkezî eğitim müfredatını öğretmek için gittiği bir Kürt köyünde inanması belki zor ama Kürtlerle karşılaşıyor! Kürt çocuklara Türkçe öğretmek isteyen öğretmen, daha en baştan “idealist öğretmen” kimliğine bürünemeyeceğini fark ediyor ve ilk dakikalardan itibaren kara tahtanın, büstlerin ve Türkçenin kenarlarından içeriye Kürtçe ve Kürt çocukları sızmaya başlıyor. Filmin belgesel olması, Cumhuriyet tarihi boyunca çatılmış kurgunun gerçekler karşısında sarsıldığına işaret ederken öğretmenin idealizme dahi el sürememesi resmî ideolojinin maaş ve toplumsal imkânlar bağlamında pek de itibar etmediği öğretmenlere yönelik ilgi ve saygısının, Milan Kundera’nın kullandığı anlamda ideolojik bir “kitsch”den öteye gitmediğini gösteriyor. İki Dil Bir Bavul, bastırılmış veya genelgeçer bir anlayıştan öte algılanıp yansıtılmamış toplumsal kesim ve düşüncelerin kendilerini ifade etme çabalarını yansıtıyor; hem toplumsal düzlemde hem de sinemada bir süredir öne çıkan kırılmalara, yatak değiştirmelere, eğilimlere işaret ediyor.
Değişen Taşra İmgesi
Türk sinemasında taşra, artık enikonu kendine has bir sinemasal imge özelliği kazandı. Yönetmenlerin daha çok aidiyet ve nostalji ekseninde ele aldıkları bu imge de değişimden payını aldı. 2009 filmlerinden Süt, Gölgesizler ve Vavien’i taşrayı narsistik bir masumiyet figürü olarak ele almak yerine kendine özgü gerçekliğiyle yansıtma çabasının örnekleri arasında anabiliriz. Başka bir ifadeyle taşranın bir arzu nesnesi olmaktan çıkıp kendi gerçekliğini kazanma derdine düşüşünün hikâyesi olarak…
2009’un gösterime giren ilk Türk filmi daha en baştan çıtayı yükseltti: Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesinin ikinci ayağı Süt, sadece estetik yapısıyla değil metafizik düzlemiyle de etkileyiciydi. Ele aldığımız kırılma ve eğilimler bağlamında bakarsak bu filmin 90’lardan itibaren ortaya çıkan “taşra filmleri” içinde de farklı bir konumda durduğu ortada: Öncelikle burada taşra sadece romantik bir geri dönüş, narsistik bir kayıp nesne olma özelliğine sahip değil. Daha çok benliğin taşra-anne ilişkisindeki sorunlarına, bu ilişkiden kopup “kendi olma” kaygısına işaret ediyor. Belki de en önemlisi Süt’ün kendine özgü bir taşra metafiziği kurmaya çalışması. Böylesi bir çabanın anlamı da şu olsa gerek: Taşra bir romantik hayal, kaçılması gerekli bir boşluk olabileceği gibi lirik imkânları taşıyan bir imge de olabilir. Kaplanoğlu her iki tutuma da göz kırpar gözüküyor. Böylece taşrayı idealleştirmediği gibi mutlak kötülük veya mutsuzluk kaynağı olarak da göstermiyor. Başka bir deyişle taşrayı taşralaştırmak yerine kendi mevcut değerleriyle ele almaya çalışıyor.
Gölgesizler ve Vavien, taşraya farklı bakışlarıyla öne çıkıyor. Başarısız bir roman uyarlaması da olsa Ümit Ünal’ın Gölgesizler’i taşrayı estetik bir alegori olarak kurmaya çalışması sebebiyle ilgiye değer. Böylece taşra bir nesne, sadece bir kimlik veya aidiyet metaforu olarak değil, basbayağı kendi başına bir imge olarak ortaya çıkıyor; üstelik sadece sevecenliğiyle değil, kötücüllüğü, karanlığı ve gizemleriyle de… Taylan Biraderler’in Vavien ise taşrayı ve taşralıyı film-noir çerçevesinde kullanarak bu kez sınıfsal, psikolojik bir taşradan söz açıyor. Bu filmde artık taşra-anne ortadan kalkarken film-noir’ın “kuralları” da sarsılıyor: Zira film-noir büyük şehirlerde yaşayan orta veya yüksek tabakadan insanları konu edinirken Vavien “küçük insanlar”ın hırslarını, mutsuzluklarını, yalnızlık ve sevgisizliğini anlatarak sadece Yeşilçam’ın değil 90 sonrasının taşra imgesini de değiştirme çabasını yansıtıyor.
Süt, Gölgesizler ve Vavien’de görülen, bugüne kadar üstü örtülmüş bir taşranın kendini ifşa etmeye çalışması gibi duruyor. Buradaki değişimi toplumsal yapılardaki değişimle koşut ele almakta yarar var. Türkiye’de Kürtler, Müslümanlar, taşralılar vs. artık yavaş yavaş ortaya çıkarken toplumsal dönüşümlerin, yönsemelerin estetik algıda değişiklikler yapmaması mümkün mü?
Değişimi Kekeleyen İki Film: Uzak İhtimal ve Nefes
Toplumsal, siyasal ve kültürel eğilimlerdeki değişimin yansıması arka arkaya yayınlanan iki filmde ortaya çıktı. Mahmut Fazıl Coşkun’un Uzak İhtimal’i yirmi beş-otuz yıl önce çekilseydi muhtemelen kahramanımız, sakallı, saçları yana taranmış, kumaş pantolonlu biri olur ve Clara’yı (temiz, pak) Müslüman yapıp adını da Müberra (temiz, pak) olarak değiştirirdi. Oysa film daha en baştan, adıyla bu imkânsızlığı imâ ediyor. Bütün filme yayılan eksiltili, kekeme yapı, sadece estetik bir veri olarak alınabilir mi? Muhafazakâr, Müslüman, İslâmcı ne dersek diyelim bu kesimlerin özellikle de 2000’den sonra “görünür olması” sadece mevcut yapıyı değil, kendilerini de etkiledi. Kenan Çayır Türkiye'de İslâmcılık ve İslâmi Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008) adlı çalışmasında 90’lardan itibaren İslâmcı edebiyatta bireysel söylemlerin, kişisel sorgulama ve özeleştirilerin arttığını yazıyordu. Benzer bir duyarlılık henüz sinemada fazlasıyla gözükmese de Uzak İhtimal’in çekingenliği, tutukluğu Çayır’ın tespitlerini doğrular nitelikte değil mi?
Böylesi bir eğilim veya kırılma, İslâmcı söylemi sadece bireyselleştirmedi aslında, bu söyleme lirik, dolayısıyla bireysel bir tını da kazandırdı. Süt ve Uzak İhtimal’deki dinî referanslar, imgeler, bir politik söylemin parçası olmak yerine kişisel eğilimleri, duyarlılıkları yansıtıyor. Bu anlamda İslâmcı söylem de politik değil lirik bir göstergeyle ortaya çıkıyor. Belki uzun zamandır mevcut olan bir duyarlılık kamusal alanda yeni yeni kendini göstermeye, ifşa etmeye çalışıyor.
Uzak İhtimal’den kısa bir süre sonra gösterime giren Levent Semerci’nin Nefes: Vatan Sağolsun filmi ise ulusal bir duyarlılığı epikleştirme, stilize etme çabasıyla bu lirizmin tam aksi bir konumda duruyor. Lirik duyarlılık estetikleştikçe, kişisel bir metafizik kurmaya çalıştıkça ulusal söylem daha politize bir hâl alıyor gibi. Ancak bu politize durum, filmin aşırı stilize olma kaygısıyla koşut ilerlemekten de geri durmuyor. Benzer bir yaklaşım gene ulusalcı bir söyleme sahip Tolga Örnek’in Devrim Arabaları’nda (2008) da görülüyordu. Politik söylem, daha doğrudan bir hâl alırken estetik, aşırı bir stil çabasıyla belirginleşiyordu. Nefes: Vatan Sağolsun, birçok düzlemi olan Kürt meselesine yönelik askeri çözümü epikleştirmeye çalışırken bilinçdışında yanıldığını söylemekten de kendini alamadı. Dolayısıyla Uzak İhtimal’in kekemeliği belki de kendisine en uzak filmde, Nefes: Vatan Sağolsun’da yankısını buldu. Elbette konu ve nesneleri farklı ama her iki film de kendine özgü hayaletlerini saklamayı becerme konusunda başarısız. Bu iki filmin en büyük başarısı da bu olmalı.
Aydın Bulut’un Başka Semtin Çocukları filminde ise Alevi-Sünni gerginliği konu ediliyordu. Ancak bir başka gizlilik konusu olan Aleviliğin sinemada görünürlük kazanması kadar filmin ilk yarıdan sonra Güneydoğu gazisi iki askerin psikolojisi üzerine eğilmesi de yukarıda söz ettiğim benzeri kırılmanın bir yansıması gibi duruyor. Keza Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı resmî tarihin gizlemeye, dahası bastırmaya çalıştığı bir travmayı, 6/7 Eylül Olayları’nı göstermeye çalışırken Yeşim Ustaoğlu imzalı Pandora’nın Kutusu alçakgönüllü bir üslûpla şehirli insanların üstü örtük sıkıntılarını anlatma çabasını taşıyordu.
Birkaç film ekseninde ele aldığımız bu yer değiştirme veya kırılma marjinal bir eğilimi mi gösteriyor? Öyle ya, söz ettiğimiz filmlerden belki Nefes: Vatan Sağolsun hariç diğerleri çok az bir seyirci tarafından görüldü, beğenildi. Bu açıdan 2009 yılında öne çıkan ticari bir filmden söz etmeye değer. Mahsun Kırmızıgül’ün ikinci filmi Güneşi Gördüm, Kürt meselesinden cinsel yönelimlere kadar birçok gizli, üstü örtülü konuyu üstüste katıp Yeşilçam sinemasını hatırlatan bir melodram havasıyla anlatmış olsa da ticari, popüler sinemanın benzeri bir ifşaya yöneldiğinin göstergesi sayılabilir.
Dil: Ötekiyle Temas
Yas ve Melankoli (1917) adlı makalesinde Freud “kayıp nesnenin gölgesinin melankolik ben’in üstüne düştüğünü” yazıyordu. Ele aldığımız filmlerde gerçekleşen yırtılmalar, gedikler ise bugüne kadar toplumsal, kültürel, siyasal, daha özelde ise sinemasal düzlemde gösterilmeyen kesimlerin, bastırılan realitelerin ve saklanan hakikatlerin izlerini, lekelerini taşıyor. Dahası artık yırtılan pelikülün içinden ötekinin, başkasının hayaleti bir leke gibi kendini ifşa etmeye çalışıyor. Lacan’a inanırsak dil ancak ötekiyle temasla, dolayısıyla dilsel kazanım ancak ötekinin mevcudiyetiyle elde edilir: Kendi olmak için ötekini görmekle, ötekinden ayrılmakla, bir kayıpla… Türk sinemasının arayıp durduğu kendine özgü dil, ancak şimdi şimdi ifşa olan bu ötekiyle temastan çıkabilir gibi duruyor.
Not: 2009 yılında toplumsal yapıdaki değişimi kendilerine özgü yapılarıyla yansıtan iki önemli tür yoktu: Polisiye ve korku. 2005 yapımı Dabbe’de görülmeyen cinler ortaya çıkıyor, insanoğluna görünüyordu. Ticari sinema örneklerinin bile “toplumun cinleri”ni ifşa ettiği bir dönemde korku sineması malzemesiz, metaforsuz mu kaldı yoksa?