Dikkat: Okuyacağınız yazı yüksek dozda şiddet içermektedir.
Walter Benjamin Şiddetin Eleştirisi’nde bireysel şiddetin hukuk sistemini tehdit ettiğini söyler. Ancak sorun, şiddetin varlığı değildir. Şiddet, şiddet olduğu için değil hukukun tekelinde olmadığı için kötüdür: “Şiddet, hukukun elinde olmadığı sürece, hizmet ettiği yasadışı amaçlar dolayısıyla değil, bizatihi hukukun dışında var olması dolayısıyla, hukuka karşı bir tehdit oluşturur.” Öyleyse şiddet, hukukun emrinde olduğu sürece, amacı ister yasal ister yasadışı olsun sorun çıkarmaz. Alıntının devamında Benjamin, büyük suçluların, amaçları ne kadar sapkın olursa olsun, hukuku alt etmelerinden dolayı halk arasında gizli bir hayranlık uyandırdıklarını söyler. Devletin meşru şiddet aygıtında açılan bireysel ve sapkın bir gedik, kitlelerin gizlice nefes almasını sağlar. Halkın bu teveccühünde Benjamin’in sözünü etmediği başka bir boyut daha vardır: Büyük suçlulara hayranlığın bir veçhesi de adaletle olan ilişkidir. Hantal devlet mekanizmasının çarkları yüzünden adalet hiçbir zaman yerini bulamaz; böyle zamanlarda halkın hayranlık duyduğu suçlular, bürokrasiyi aşarak adaleti yerine getirirler. Hukukta sapkın bir gedik açmakla bireysel adaleti sağlamak birbirinden ne kadar uzaktır? Bireysel şiddet, hukuku tehdit mi eder, tahkim mi?
Bireysel Şiddet: Adaletin bu mu dünya?
Neil Jordan’ın İçindeki Yabancı (The Brave One, 2007) isimli filminde, genç bir çift Central Park’ta dolaşırken saldırıya uğrar. Erkek ölür, kadın hastaneye kaldırılır. Erica (Jodie Foster) hastaneden çıktıktan sonra saldırganları bulmak için uğraşır ama çabaları neticesiz kalır. Hantal ve kayıtsız bürokrasi, onu görmezden gelmiş, uğradığı “somut” şiddeti ciddiye almamıştır. Bunun üzerine Erica, adalet aramak için yasadışı yollarla bir silah temin eder. Bir gece metroda taciz edilince saldırganları öldürür. Bundan sonra her gece dışarı çıkıp adaleti sağlamaya başlar. Üstelik cinayetleri işlerken halkın basbayağı açıktan desteğini alır. İnsanlar geceleri saldıran, taciz eden “serseriler”den ve bu serserileri durduramayan meşru şiddet mekanizmasından şikâyetçi oldukları için Erica onların kahramanı olur. Filmin adının da ima ettiği gibi o “cesur olan”dır. Herkesin aklından geçip de yapmaya cesaret edemediğini Erica yapar. Film boyunca işlenen “yasadışı adalet”in peşindeki Dedektif Mercer (Terrence Howard) filmin sonunda, erkek arkadaşının katilini öldüren Erica’nın cinayetini örtbas eder ve Erica’nın yakalanmasını önler. Buradaki düğüm, Mercer’in yasadışı şiddeti örtbas edip hukuk dışına çıkması değil aksine Erica’nın yasadışı şiddet aracılığıyla hukukun içine girmesi; adaleti yerine getirmesidir. Başka bir ifadeyle Erica, elindeki bireysel şiddeti hukukta bir gedik açmak için kullanmak yerine hukuku güçlendirmek için kullanır. Dahası, adalet hantal olduğu için her yere ulaşamaz ama Erica dar sokaklarda dolaşabilir. Erica’nın şiddeti, yasadışı olmasına yasadışıdır ama adalet anlayışı mevcut adalet anlayışıyla aynıdır. Erica, siyaset ve bürokrasiden şikâyet eden teknokrat bir işbitiricilikle çarkların daha hızlı dönmesini sağlar. Bu anlamda film, şiddetin kökenlerini, mevcut adalet sistemiyle bağlantılarını kurcalamak yerine, adalet makinesinin hızını eleştirmekten başka bir şey yapmaz. Filmin mesajı açıktır: “Elimizdeki adalet en iyisi, keşke biraz daha hızlı olsa.”
Kirli Harry (Dirty Harry) serisinden Nick Love’un Kanunsuzlar (Outlaw, 2007) isimli filmine, Steven Seagal, Charles Bronson veya Cüneyt Arkın “külliyat”ından James Wan’ın Ölüm Emri (Death Sentence, 2007)’ne kadar bireysel adaleti yüceltip meşru şiddet mekanizmasını eleştiren filmler, Jordan’ın filmiyle benzer endişeleri taşır: Savcılar yavaş ve kayıtsız, polisler beceriksiz, medya iştahlı ve kahraman ikirciklidir. Fantastik bir anarşist tavırla başlayıp en akla gelmez muhafazakâr sonla biten Adalet Peşinde (Law Abiding Citizen, 2009) seyircilerin nefretini kazanan finaliyle sözkonusu filmlerin önermesini de itiraf eder: Bireysel şiddet, adalet mekanizmasını eleştirebilir ama ortadan kaldıramaz. Ufak rötuşlar adaletin güçlenmesi için gerekli motivasyonu sağlar. Adalet kendini düzeltir ve sizi sizin silahınızla vurur.
Kant ve Jigsaw: Gençler akıllı olun!
Kant’ın ahlâkı belirleyen “koşulsuz buyruğu”, “aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye göre hareket et” der. Burada “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” gibi koşullu bir durum yerine öznel bir vurgu vardır: “Ne yaparsan yap, yaptığın evrensel bir yasa olacakmış gibi yap.” Dolayısıyla Kant’ın ilkesi “suç evrensel bir kural olmasın diye suç işleme”, “cinayet evrensel bir yasa olmasın diye cinayet işleme” demektedir. Aynı Kantçı ilke insanı da belirler: Buna göre insan bir araç değil, amaçtır ve insan hayatı kutsaldır.
Testere (Saw) serisinin kahramanı Jigsaw (Tobin Bell) kanser olduğunda hayatın kutsal olduğunu anlar ve insanlara hayatın değerini öğretmek için kanlı oyunlar kurar. Bu oyunların bir amacı da suçluları cezalandırmaktır. Jigsaw’ın oynadığı oyunların iki ahlâki ilkesi vardır öyleyse: Sağ kalan, yaptığı kötülükten vazgeçer ve kötülük “evrensel bir ilke” olmaz; kişi hayatın kutsal olduğunu anlar. Tastamam Kant’ın dediği gibi.
Korku filmlerinin genel ilkesi Kantçı ahlâk yasasıdır. Bu filmlerde kurbanların çoğunlukla gençler olması rastlantıdan fazlasını ima eder: Ahlâk ilkelerini, toplumsal kuralları sekteye uğratma eğilimi taşıyan “enerjik gençler”, elinde bıçak, elektrikli testere taşıyan bir suçlu aracılığıyla toplumsal düzenin kurallarını öğrenirler. Dolayısıyla “amaçları ne kadar sapkın olurlarsa olsun” büyük suçlular hukuku alt etmek yerine, toplumun işlemesini sağlayan yazılı ve sözlü kuralları tahkim eder. Bu filmler kan ve şiddet kadar muhafazakâr bir dil de içerir. Filmin sonunda kurtulan gençlerin iki seçeneği vardır: Ya öğrendikleri toplumsal kurallara uyup uslu dururlar ya da benzer cinayetleri onlar da işler. Dolayısıyla bu filmler, toplumsal uzlaşmayı sağlayacak suçluların nasıl “istihdam edildiklerini” de anlatır.
Sinema tarihinin en zeki ve entelektüel seri katili Hannibal Lecter da benzer bir ahlâki ilkeyle çalışır. Ridley Scott’ın yönettiği Hannibal (2001) filmindeki kurbanlardan biri işini iyi yapmayan bir müzisyendir. Lecter, enstrümanını iyi çalmadığı için zavallı müzisyeni cezalandırır. Burada iki suç vardır: Lecter müzisyeni öldürmekle suç işlemiştir ama müzisyen de kötü çalarak ondan daha az suçlu değildir. Lecter diğer cinayetleri de benzer sebeplerle işler. David Fincher’ın kült filmi Yedi (Se7en, 1995), benzer bir adalet mekanizmasını dini motiflerle anlatır. Hıristiyanlıktaki yedi günaha karşılık katil, yedi cinayet işler. Yedi evrensel günah, katilin adaletini meşrulaştırır. Adalet anlayışı dini motiflerle evrensellik kazanırken şiddetin adalet sağlayıcı işlevi bir kez daha karşımıza çıkar. Bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere birçok kimsenin sevdiği İhtiyar Delikanlı (Oldboy, 2003), muhafazakâr bir Freudiyen önermeyle adalet mekanizmasını bu kez bilinçdışı bağlamında yeniden-üretir. Sözkonusu filmlerin estetiği, toplumsal düzenin etiğiyle kesişir. Buradaki temel varsayım şudur: Şiddet adaleti engellemez, güçlendirir. “Rutin dışına çıkmak” meşru şiddet aygıtının kendini yenilemesini sağlar. İster anaakım ister bağımsız olsun, bu filmlerin en önemli özelliği seyirciye şiddeti gösterirken toplumsal düzenin bilinçdışını işaret etmesidir. Toplumsal veya Lacancı tabirle sembolik düzen, bütün o rutin akışı ve sükûneti altında kanlı bir şiddeti saklar. Şiddet adaleti ortadan kaldırmaz, sıkılaştırır.
Şiddet mi, zorbalık mı?
Sözkonusu filmler, adaletin temeli olan şiddeti apaçık gösterirken, toplumsal ideolojiyi yeniden-üretir. Yasadışı bireysel şiddet, adalet mekanizmasını yeterince hızlı olmadığı için eleştirir; yoksa bireysel şiddet ile adaletin uyguladığı şiddet arasında ideolojik bir fark yoktur. Bu filmlerle seyircinin adalet duygusu tatmin olurken ideolojik bağlılığı da pekişir.
Jean Genet, toplumsal düzenin şiddetine zorbalık adını verir ve ona göre bu zorbalık “en beklenmedik biçimlere bürünür, ilk anda zorbalık olarak ortaya çıkarılamayan biçimlere.”.
Bunlar sadece “bürokrasi” gibi sembolik biçimleri değil ama “polisin esmer tenlilere sen diye hitap etmesi, bahşiş karşısında dalkavukça yerlere kadar eğilme, kaz adımlarıyla yürüme, Haiphong’un bombalanması, kırk milyonluk Rolls-Royce” gibi toplumsal biçimleri de içerir. Bunlar o kadar çoktur ki “ne kadar sayıp döksek, zorbalığın büründüğü ve kendini onlar aracılığıyla dayattığı çok çeşitli görünümleri andıran olayları tüketemeyiz.” Adalet gibi ideoloji de toplumsal meşruiyetini bu kanıksanmış biçimlere borçludur.
Genet’nin şiddet ile zorbalık arasında yaptığı ayrımı sorguladığımızda önümüze cevaplandırılması gereken pek çok soru çıkar. Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999)’nü düşünelim: İnsanları mağdur eden bankacılık sistemi mi zorbalıktır, bankaları havaya uçurmak mı? V for Vendetta (2005)’yı düşünelim: Demokrasi görüntüsü altında diktatörlük mü zorbalıktır, parlamentoyu bombalamak mı? Celda 211 (2009) ’i düşünelim: İnsanları hapsetmek mi zorbalıktır, hapishanede isyan çıkarmak mı?