Yerli Diziler
Dosya Arşivi
Mart-Nisan 2011
Artıları ve Eksileriyle Festivaller
16.03.2011 “Festival Organizasyonları Bir Duruş ve Tavır Gerektiriyor” Celil Civan, Tuba Deniz

Türk sinemasının gelişmesinde önemli bir yeri olan İstanbul Film Festivali bu yıl otuzuncu yaşını kutluyor. Sinematek’in kapatılmasıyla oluşan boşluğu dolduran festival, Türk yönetmenlerin dünya sinemasıyla tanışmasına yardımcı olduğu gibi gitgide artan etkinlikleriyle de Türk sinemasının uluslararası plâtformlarda görünürlük kazanmasında, dünya sinemasıyla buluşmasında köprü işlevi gördü. Pek çok farklı ülkeden özgün çalışmalara imza atan yönetmenlerin filmlerine yer veren festival, çeşitli proje ve sinema dersleriyle anaakım dışındaki sinemayı desteklemeye devam ediyor.Festivallerin misyonları, yerel yönetimlerle ilişkileri ve sinemacıların çalışmalarına katkılarını sorguladığımız dosyamız için İKSV Uluslararası İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan’ın görüşlerini aldık.

 

İstanbul Film Festivali nasıl bir amaçla hareket ediyor? Diğer festivallerle kıyaslandığında ayırıcı özellikleri neler?

 

Festivalin iki temel amacı var: İlki, Türkiye’de sinemanın gelişimini destekleyerek nitelikli filmlerin ülkemizdeki ticari dağıtımını teşvik etmek; ikincisi, Türkiye’de çekilen filmleri uluslararası plâtforma sunmak. Bu amaçlarla İstanbul Film Festivali, bir “festivaller festivali” özelliği taşıyor; dünyada belli başlı festivallerde gösterilmiş filmlerden beslenerek programını oluşturuyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin her zaman seyirciyle organik bir bağı oldu. İlk günden itibaren seyircinin ilgisiyle büyüyen bir yapı kurdu. Bu yüzden süresi de diğer festivallere göre daha uzun. Geniş bir kitleye hitap ediyor, programın içeriği ve etkinliklerin kapsamı çok geniş. Çocuk filmlerinden belgesellere, deneysel filmlerden ilk filmlere kadar çok çeşitli yapıtlara programında yer veriyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin diğer festivallerden ayrılan özellikleri arasında şunları da sayabiliriz: Kurumsal yapısının oturmuş olması, yıllar içinde kesintiye uğramamış olması, ulusal ve uluslararası alanda tanınırlığı en yüksek festival olması ve en fazla seyirciye sahip olması.

 

Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı… Otuz yıllık bir deneyimin ardından festival izleyici profili, festivalin işleyişi ve festivallere yaklaşımla ilgili değişiklikleri değerlendirebilir misiniz?

 

Festivalin 30. yılı dolayısıyla bir blog yaptık: http://filmgibi30yil.com/ Sanırım bu sorunun en iyi yanıtını oraya yazılan mesajları okuyup yorumlayarak vermek daha doğru olacaktır. Son birkaç yılın anılarıyla daha eski zamanlardakiler arasındaki en büyük fark eski takipçilerin “bazı filmleri sadece festivalde izleyebilme imkânı”na vurgu yapmaları.

 

Daha ilk günden seyirciyle kurduğu ilişkiyle büyüdü bu festival. Seyircisinin her zaman sahip çıktığı, önemsediği, kendinden gördüğü bir festival oldu. İlk kurulduğu yıllarda film seyredilecek tek mecra bu festivaldi. Dönemin kurak kültür sanat ortamında adeta bir vaha görevi görüyordu. Bugün bazı filmler için bu durum hâlâ geçerli olsa da artık bir filme festival dışında da nasıl ulaşılabileceği biliniyor; dağıtımcı şirketler festival filmlerine vizyonda da yer veriyorlar ve bazı filmlerin gösterim imkânı olmasa bile DVD’leri piyasada bulunabiliyor. Ancak bu sefer de değişen sosyal yapıyla birlikte festival bir buluşma yeri hâline geldi. Sanal iletişimin hızla yaygınlaştığı, yüz yüze iletişimin yerine geçtiği toplumsal yapıda festival, aynı ilgi alanlarına sahip insanların bir araya geldiği, sinemanın konuşulduğu bir plâtform görevini sürdürüyor. Tabii sinema dersleri, söyleşiler, paneller gibi etkinlikler de ilgiyi canlı tutmayı başarıyor.

 

Otuz yıldır değişmeyen en önemli şey, seyircilerin festivali sahiplenmeleri; hepsi festivalle ilgili konularda kendinde söz hakkı buluyor. Bunun en güzel örneğini geçen yıl Emek Sineması’nın kapatılmasına karşı yapılan protestolarda gördük. Festival geçen otuz yılda sinemacı bir kuşak yetiştirdiği gibi seyirciyi de yetiştirdi. Yabancı konuklarımızın her zaman dikkatini çeken sinema zevki gelişmiş, kültürlü bir seyirci profili oluştu.

 

Aslında işleyişin temelinde değişen bir şey yok: Yine film gösteriliyor, bunun bir ön hazırlığı bir de festival sırasında yanına eklenenleri var, ancak tabii ki değişen teknolojiyle çalışma biçimi, hizmetin sunumu da çok değişti. Değişen dünyayla festival de kendini yenilemeye, dönüştürmeye devam ediyor. Örneğin yıllar içinde “Köprüde Buluşmalar Platformu” dâhil oldu festivale. Yine aynı kapsamda bu yıl Almanya-Türkiye ortak yapımı filmler için bir fon desteği eklendi. Tüm bu gelişmeler, festivali sadece bir buluşma yeri olmaktan çıkartıp sinemanın üretimine sağladığı katkı açısından da önemli bir yere koyuyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin sinemacıların fikir alışverişinde bulunmaları açısından bir katkısı, özel bir çabası var mıdır? Bunun için ne gibi etkinlikler düzenliyorsunuz?

 

Öncelikle festival, sinemacıların seyircileriyle buluştuğu bir plâtform olmayı hedefliyor. Düzenlediği sinema dersleriyle her yıl dünyaca ünlü sinemacıları gençlerle buluşturarak deneyim paylaşımına fırsat sağlıyor. Örneğin “Köprüde Buluşmalar” etkinliği Türkiye sinemasındaki bir ihtiyaçtan ortaya çıktı ve bu ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendi. Bu yıl altıncı kez yapılacak etkinlikte sinemacılar bir araya gelip projelerini konuşuyor, onları geliştirmek için nelerin yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Böylelikle uluslararası ortak yapımlar için ilk adımlar atılıyor. Bu atölyeler sonucunda 2008’de ödül alan Belma Baş’ın projesi Zefir 2010’da 51. Selanik Film Festivali’nde Artistik Başarı Ödülü’nü, 15. Kerala Film Festivali’nde En İyi İlk Film dalında Rajata Chakoram (Gümüş Kukal) ödülünü kazandı. 2009’da ödül alan Hüseyin Karabey’in projesi Sesime Gel de bu yaz çekilecek.

 

İstanbul Film Festivali, Türk sinemasının gelişmesine, şekillenmesine nasıl bir katkı sağlıyor? Festivallerin böyle bir misyonu olmalı mıdır?

 

İstanbul Film Festivali, Türk sinemasının gelişimine özellikle ilk yıllarında çok ciddi katkılar sağlamıştır. Sinematek’in darbeyle kapanmasının ardından, İstanbul Film Festivali sayesinde bugünün önemli yönetmenleri sinema sanatını keşfetmiş ve festival,  onların sinema anlayışlarının oluşmasında okul görevi görmüştür.

 

Bugün festivalin 30. yılını kutlarken “Film Gibi 30 Yıl” adında özel bir bölüm oluşturduk. Bu bölümde festivalde izledikleri, etkilendikleri filmlerle sineması şekillenen yönetmenlerin kendi seçtikleri birer filme yer veriliyor.

 

Daha önce yapılması mümkün olmayan filmlerin ortaya çıkmasında önemli bir rolü olan festival, bugün de değişen koşullarla birlikte farklı desteklerini sürdürüyor; Türk filmlerini uluslararası plâtformlarda görünür kılmak için çalışıyor. Uluslararası yarışmanın dışında FIPRESCI, FACE gibi uluslararası prestijli sinema kurumları, festivalde kendi jürilerini oluşturarak içinde Türkiye yapımı filmlerin de yer aldığı bölümlerde ödül veriyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin özellikle Türkiye’de yapılan bir festival olarak böyle bir misyonu var. Bu yüzden son yıllarda Türkiye’den gösterilen filmlerin sayısını 50’lere kadar çıkarttık. Bu misyon doğrultusunda çok çeşitli faaliyetler gerçekleştiriliyor. Örneğin geçtiğimiz yıl programda yer alan Teslimiyet (Emre Yalgın, 2010) filminin dünya hakları satışı festival sayesinde oldu. Festival bu önemli rolü bugün de sürdürüyor. Zamanında bugünün sinemacılarını yetiştiren İstanbul Film Festivali’nde, şimdi de yeni gelen yönetmenler festivalin büyüttüklerini takip ediyorlar, onların izini sürüyorlar.

 

İstanbul Film Festivali’ne katılan filmler son dönemde nasıl bir eğilim gösteriyor? Bu yılki festivale özgü eğilimler var mı?

 

Programı oluştururken zaman zaman bazı ülke sinemaları, o ülkede yaşanan gelişmeler doğrultusunda, verdikleri eserlerle öne çıkabiliyor. Bu yıl Romanya ve Yunanistan’dan birçok yapıma rastlıyoruz. Takip ettiğimiz yönetmenlerin son filmlerine yer vermeye çalışıyoruz. Dünyada olup bitenlerle ilgili, insan hakları temalı, toplumsal sorunları anlatan çok fazla sayıda film oluyor. Türkiye yapımı filmler de konu bakımından zengin. Bu yıl İstanbul’un bir megakent olarak dönüşümünde yarattığı sancılara yer veren iki belgesel var: Ekümenopolis (İmre Azem, 2011) ve Son Sürat İstanbul (Aslıhan Ünaldı, 2011).

 

Bir nevi festival enflasyonu yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu festivaller misyonunu yerine getirebiliyor mu?

 

Belki de öncelikle “Her festivalin gerçekten bir misyonu var mı?” diye sormak gerek. Festivallerin sayısının artmasının, sineması olmayan kentlerin festivalle buluşmasının olumsuz bir yanı yok. Ancak festival sayısının artması, daha çok filmin seyirciyle buluştuğu ya da festival seyircisinin arttığı anlamına gelmiyor. Yeni festivallerin, nerede ve ne amaçla yapıldığına bakmak gerek. Bu yüzden bu soruya buradan cevap vermek çok doğru olmayabilir. Son yıllarda artan sayıda festivalin yapıldığı şehirlerdeki insanlarla görüşmek gerek. Bir festivalin kalıcı olabilmesinin ve seyircide gelenek duygusunu oluşturmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Festivallerin mutlaka yapıldığı yerde filizlenip şekil alması gerek.

 

İstanbul’dan ya da başka bir büyükşehirden filmleri, konukları, etkinlikleriyle a’dan z’ye taşınan bir festival, eğlence misyonunu sürdürmekten öteye gidemez. Yerel halk festivale katkı sağlamadığı ve ilgilenmediği sürece festivalin misyonunu yerine getirdiği söylenemez.

 

Festivallerin sinemanın biçimi, içeriği üzerinde belirleyici olduğu söylenebilir mi?

 

Söylenebilir tabii. Türkiye’ye baktığımızda Angelopoulos, Tarkovski gibi yönetmenlerin filmleri o dönemde, buradaki sinemacıları da etkilemiştir. Ancak bu etkilenme filmleri birebir kopyalama şeklinde gerçekleşmemiştir. O filmler, buradaki yönetmenlerin kendi seslerini bulmalarına yardımcı olmuştur. Örneğin dünyada “dogma” akımının bu kadar yaygın konuşulması, yönetmenlerin bu akımdan etkilenmesinin nedeni festivallerin bu filmlere ve yönetmenlere yer vermesi olabilir.

 

Yönetmenler içinde bulundukları sosyo-ekonomik koşullardan ve birbirlerinden de etkileniyor. Özellikle son dönemde iletişim biçimleri ve yolları değişti, herkes yoğun bir bilgi akışıyla birbirinden haberdar. Bu etkileşim bir yandan tektipleşme tehlikesi barındırsa da bir yandan da üretilen işlerin çeşitliliği bakımından bu durumun sinema dilini zenginleştireceğine inanıyorum. Bu yüzden festivallerin daha cesur olup daha keşfe yönelik programlar yapmaları iyi olabilir.

 

Festival filmlerini belirleyen öğeler var mıdır?

 

Festival filmi diye ayrı bir tür yok tabii ki. Ancak bazı filmlerin gişede başarı elde etmemesi, sadece festivalde belli sayıda seyirci ile buluşması “festival filmleri” gibi bir tür yanılsamasına yol açtı.

 

Her festival kendi kimliğine göre programını yapar. Sonuçta bir film, festivalde gösterilsin diye yapılmaz, ancak yapım sonrası süreçte seyirciyle buluşma yolunda öncelikle festivali tercih eden filmler (yapımcılar, yönetmenler) var; bu yüzden festival ekibinin de bir filmle ilk buluşması yine başka bir festivalde oluyor. Bu filmler estetik kaygıları yüksek, içerik ve biçim olarak dünya standartlarında, belli bir seviyenin üstünde oluyor elbette. Hiçbiri anaakım sinemada çokça örneğine rastladığımız, bir amacı olmadan, insanlar sadece ortalama iki saat ağlasınlar, gülsünler ya da korksunlar diye yapılmış filmler değil. Ancak yine de festival filmlerinin özellikleri diye de bir liste yapmak mümkün değil. Festivalde diyalogsuz, durağan bir filme de, baştan sona hareketli bir komedi filmine de yer verebilirsiniz.

 

Bence asıl sorun, sinemayı bu kadar ciddi kalıpların içine sokma kaygısından kaynaklanıyor. Başarıyı sadece seyirci sayısıyla ölçen bir anlayış hâkim. Festivaller bu anlayışı kırmak için de önemli bir misyon üstleniyor. Bizim festivali yapma amaçlarımızdan biri de bağımsız filmlere daha çok destek vermek. Zaman zaman ticari filmler-bağımsız filmler arasında tartışmalar yaşanıyor. Biz seçkiyi yaparken önceliği bağımsız sinema örneklerine veriyoruz. Ticari sinemanın zaten kendi kanalları mevcut. Oysa çekilen bağımsız filmlerin bir kısmı, reklâm desteği olmadan kendilerini tanıtma şansına sahip değil.

 

Bence burada asıl tehlikeli olan tektipleşmeye doğru gitmek; klişeye saplanıp kalmak, seyirciye alternatif sunmamak, sırf gişede başarı elde etti diye benzeri filmleri ardı ardına yapmak. Bu yüzden festivallerin görevlerinden biri de budur: Seyirciye farklı dilleri, sinema anlayışlarını sunmak, böylece sinema zevkini geliştirmesi için ona fırsat vermek.

 

Festivallerde gösterilen ya da ödüllendirilen filmlerle ilgili tercihler sinemacıları olumlu/olumsuz nasıl etkiliyor?

 

Birebir etkilediğini düşünmüyorum. Bir yönetmen festivale göre film yapıyorsa zaten ortada samimiyetsiz bir durum vardır. Aynı şekilde tamamen gişe kaygısıyla yapılmış bir filmin festivallerden ödülle dönmesini beklemek de samimiyetsiz. Festivalden ödül alınsın alınmasın, sinema yapmanızın amacı bir derdinizin olmasıdır. Bir derdi, sözü olan film, festivalin yardımı olsun olmasın seyirciyle buluşacaktır, ama bu süreçte festivallerin de bir katkısının olduğunu inkâr edemeyiz.

 

Festivaller mevcut küresel ideolojiye paralel mi gider yoksa bu yapıdan bağımsız mıdır? Bu bağlamda festivalleri küresel ideolojiye alternatif olarak görebilir miyiz?

 

Bir festival bu amaçla yapılıyorsa ve festival etkinlikleri de buna paralel ilerliyorsa elbette görebiliriz, ancak tümünü genelleyerek “festivaller küresel ideolojiye alternatif oluşumlardır” demek mümkün değil.

 

Festivallerin çıkışı hep mevcut iktidar söylemlerine karşı duruş niteliği taşımıştır, ancak günümüzde bir festivali “eğlence” olgusundan bağımsız düşünmek de mümkün değil. Küresel ideolojiyi eleştiren, tartışan, ona alternatifler üreten bir festival de olabilir, bu ideolojiyi destekleyen, olan bitenin iyi ve güzel olduğunu söyleyen festivaller de olabilir; en kötüsü sözüyle yaptığı çelişen festivaller de olabilir. Bugün hâkim küresel ideolojiden tam bağımsız bir festivalden söz etmek çok mümkün değil. Festivaller kendi kurumsal kimliklerine göre tavır alırlar; bu bağlamda onları küresel ideolojiye alternatif olarak görebilmek iddialı bir söylem olur.

 

Yerel yönetimlerin festivaller üzerindeki belirleyiciliği, organizasyonları tektipleştirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Zaman içinde Türkiye’de çok sayıda festival düzenlenmeye başladı. Yüksek bütçeli, belediyelerin desteklediği bu festivaller, seyirciyi önemsemeden sadece parlak isimlere yer vererek iş yaptı. Oysa festival organizasyonları bir duruş ve tavır gerektiriyor, festivallerin ileride bir gelenek, seyirci kitlesi oluşturabilecek güçte olmaları çok önemli. Mutlaka festivalin yapıldığı yerde yaşayanların da içinde olduğu bir oluşum olmalı bu.

 

Yerel yönetimler, festivallerin sürdürülebilirliği için önemli bir kaynak olsa da aynı zamanda devamının gelmesini de engelleyebilecek güçtedir. Bu sene yapılamayan Bursa İpekyolu Film Festivali’yle Gezici Festival’in Kars’ta devam edememesinin sebebi belediye desteklerinin kesilmesi. Ancak bu şehirlerde festival yapılabilmesi yine belediyenin sayesinde oldu. Yerel yönetimlerin festivalleri desteklemesi önemli, ancak yönetimler kendilerinde içeriğe müdahale hakkını görmemeli.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..