- Neredensiniz?
-Holivud’un dışından.
Film festivalleri sinefillerin hasretle bekledikleri hızlı geçen bir mevsimdir. Yapay solunumdan sonra filmlerle nefes almak gibi doyulmaz bir tecrübedir. Anaakım sinemanın egemen olduğu sinemalardan seyirciyi kurtaran film festivalleri, kıymetini bilen için Holivud’un hâkimiyetini geçici bir süreliğine dondurur. Alternatif anlatılara, görünmez dünya sinemalarına, işitilmez yönetmenlerin filmlerine, ustaların beyazperdede erişilemeyen külliyatına, kısaca başka dünyalara açılır. Sadece Holivud’un dışından olabildiği için bile değerlidir festivaller.
Film festivalleri başlamadan filmlerin seçimi ve bilet bulma telâşı başlar; filmler arasında koşturmayla coşkulu telâş sürer. Zamanını festivale göre ayarlama şansına sahip olanlar neredeyse sinemanın karanlık sıcaklığına uyanırlar. Bu uyanışın sıcaklığı, sinemada paylaşılan ortak deneyimden, seyircinin zihninin iç hareketliliğinden, çoklu monoloğundan, farklı filmlerin kendi aralarındaki diyaloglarıyla seyircilerin birbirleriyle kurdukları tadına doyulmaz diyaloglar vb. süreçlerden kaynaklanır. Seyir macerasının zengin bir karşılaşma zinciri vardır ve bu zenginlik züğürdün zenginliğidir; üstelik çenesini de zihnini de yorar.
İstanbul’da seksenlerde “Sinema Günleri” ile başlayan ayrıcalıklı seyir macerası 1989’dan beri “Uluslararası İstanbul Film Festivali” ile sürmektedir. Sinema öğrencilerinin sığınacak yer bulduğu “Kısa Film Günleri” de “Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali”ne dönüşerek 1980’den beri devam etmektedir. Kısa film festivali hem seçkisiyle film yapmayı öğrenen genç adaylara örnekler sunmuş hem de ticari olmayan bir formatta taze üretilmiş filmlerin yansıtılacağı bir perde sağlamıştır. Kısa filmler ticari olmadıkları için kendilerine ait salonları yoktur. Sinema salonları ise bu üretimi desteklemek gibi bir zihniyete sahip değildir. Hâlbuki sinema salonları arasında bir iki cengâver çıksa ve reklâmlara ayırdıkları kadar bir süreyi uzun metraj filmlerden önce bir kısa filme ayırsa seyircilerine bir parmak bal çalabilirlerdi. Böylelikle gökten düşen elmaların bir parçasından kısa filmler de faydalanırdı. Cengâver olması dilenen sinema salonları ütopik olarak kalabilir, zira cenk edecekleri arena kapitalist düzene karşı. Hızla akan gündelik yaşamda ne kendi değerli zamanını ayırmak isteyen seyirci kolaylıkla bulunur ne salonlar reklâmlardan ve seyirciden feragat etmeyi tercih eder. Teselli gene festivallerde gezinmektedir.
“Avrupa Filmleri Festivali-Gezici Festival” 1995 yılında bir kereliğine İstanbul’a uğrayıp sonraki yıllarda her etkinliğin merkezi olmaya alışmış şehri mahzun bırakarak değişken şehirleri dolaşmaktadır. Bu değişkenliğin sebepleri de ideolojilerde, değişen belediye başkanlarıyla değişen sanat politikalarında aranabilir.(2)
Kent, Filmler, Festivaller ve Görünmeyenlere Dair
İstanbul, tıpkı diğer büyük şehirler gibi artık onlarca film festivalinin uğrağı hâline geldi. Özellikle Batı’da seksenlerden beri sayısı çoğalan film festivalleri, Türkiye’de iki binlerde iyice artmıştır. Bu artışın sebebini küreselleşmenin dizginlenemeyen etkisine bağlamak yanlış olmaz.
Film festivallerinin taşıdıkları sıradışı zaman ve mekân, partilerinden, basın toplantılarından, ünlülerin katılımından ziyade başka dünyalara açılan filmlerden kaynaklanır. Sıradışılık seyircinin tahayyülünde, görünmez kılınanı görme çabası ve kabiliyetindedir. Aslında başka dünyalar da hep varolan dünyalardır da, ya öteden beri uygunlaştırılarak anlatılır ya da hiç anlatılmaz. Görünmeyeni görme imkânı sağlayan, kentin dinamiğini ve etkileşimini değiştiren festival elitizmi, ritüellerini de hiyerarşik yapılarında barındırır: Davetlilere ve basına ayrılan koltuklar, kırmızı halılar, ünlüler geçidi, açılış-kapanış seremonileri, halka açık ya da kapalı partiler, basın toplantıları vb. Kurumsallaştıkça ritüelleri artan, ritüelleri arttıkça kurumsallaşan festivaller, kentin turistik merkez olarak kutsanışından alternatif kamusal alan oluşturma potansiyeline, film festivalleri için çalışanların sömürüsünden gönüllülerin suistimaline, yapıtların ve ülke sinemalarının belirleniminden anlatıların güdümlenmesine ve bu kapsamın ötesinde soru sormaya ve düşünmeye davet etmektedir.
Fransız Yeni Dalga Akımı’nın esintisini sağlayanlardan sinema kuramcısı ve eleştirmeni André Bazin 1955 yılında “Cannes Film Festivali”ni örnek alarak festivallerin ritüelistik ve ayrımcı yapısını eleştirmiştir. Sadece çoğalarak artan film festivallerinin sebepleri değil, dünyanın sanat filmlerini (art house) belirleyen en eski ve en büyük festivaller de araştırmalara ve eleştirilere açıktır. Festivallere kabul edilen filmler ve bu filmlerin yönetmenleri piyasaya sunulur, dışarda kalanlar ise görünmezliklerini korur.
Eleştiri ve rahatsızlıklarımızda yalnız olmadığımızı kanıtlayan film festivali ve fonlarının düşünsel çalışmaları hemen yanıbaşımızda üretilmektedir. Film festivallerini ve fonlarını “Kültürel Çalışmalar ve Sinema” kitabında ve İran sineması üzerinden birçok makalesinde inceleyip değerlendiren Serpil Kırel (3); Türkiye sinemasına kendine özgü anlatılar ve anlatımlar kurarak “başka” yapıtlar kazandırmakla yetinmeyip sinema üretimi üzerine düşünen ve yazan Derviş Zaim (4); sosyal reklâmlar, kısa, deneysel, belgesel filmler üreten ve konuyu belgesel üretimi ve kabulü üzerinden sorgulayan Ethem Özgüven (5) gibi isimlerin değerlendirmeleri değerli kaynaklar oluşturmaktadır. Derviş Zaim ve Ethem Özgüven’in gözlemle kalmayıp bizzat filmleriyle festivallere katılarak her süreci deneyimledikleri de gözardı edilmemelidir.
Seyirci bir festivaldeki film seçimini festivalin seçkisi içinden yapar. Seçkinin içinden seçilenler sürprizlere de hayal kırıklıklarına da gebedir. Hayal kırıklıklarının yegâne sebebi, filmin yetersiz, boş, ayrımcı, sıkıcı (sıkıcılık bir anlama işaret edebilir) vb. olması değil, ideolojik, tematik, konjonktürel güdümlenme hatta dışardan müdahaleye maruz kaldığı endişesi de olabilmektedir.
Festival filmlerini yücelten girişimimiz, elimizi salladığımızda elimize değmeyen biricik, uzak, özgün, muhalif başka filmlere değme imkânının azlığındandır; bir de festival filmlerine ayrılan zaman-mekân kozasına duyulan hayranlıktan. İnternet eskiden olmayan erişimleri mümkün kılsa da mekânsal ve toplumsal paylaşımla sinemada izleme pratiğini sağlayamamaktadır.
Anaakım sinemanın eğlendirerek, nefes nefese bir hızla, yüzlere hayran bırakarak yapamadığını film festivallerinde izlenen filmler yapabilir. İsmini, oyuncusunu, imzasını unuttuğunuz filmlerin imgeleri, atmosferleri, duyguları bile izleyenin zihninde izler bırakır, adeta zihne mıhlanır. Formüllerinden hiç sıkılmadan izlediğiniz popüler bir filmi seyrettiğinizi bile unutabilirken bir festival filmini tek karesinden tanıyabilirsiniz. Tanıyarak severiz, tanıdıkça severiz. Kelimeleri, cümleleri ve filmin bütününde kurdukları anlamlarıyla tanımamızdır, kendi dillerini yaratan yönetmen sinemalarını sevme sebebimiz.
Mekânını Arayan Film Festivalleri
Filmlerin kendileri kadar festivallerin mekânları da seyir pratiğinde önemlidir. Filmi biraz da hangi sinemada gösterileceğine göre seçebilirsiniz. Kaybolan ve kaybolmaya aday diğer sinema salonlarını da unutmadan ekleyelim, film festivallerinin mutat mekânı Emek Sineması’dır. Emek Sineması’nın yitirilmesi festival filmlerinin evini yitirmesidir.
Neoliberal politikalarla kentlerin suret ve sınıf değişimine şahit olmaktayız. Yerliler yerlerinden edilmekte, yerlilerin yüzü (westernlerden aşina olduğumuz gibi) hiç bilinmemektedir. Emek Sineması’nda hep “festival seyircisi başkadır” denmiştir. Festival seyircisi fenomeninin özel olduğu aşikâr olmakla birlikte “başka seyirci” tanımı olumlu, olumsuz (sabırlıdır/ses, görüntü bozukluğuna katlanamaz/sesini çıkarır/jenerik kesilirse tepki gösterir vb.) birçok anlamı taşır. Algıyı bozan AVM’lerin içindeki multiplekslerde her şey aynılaşırken festival seyircisi “başka” kalamaz, tektipleşmeden nasibini alır ve tanınamaz hâle gelir. Tecrübeyle sabit; bir yere sığamayacak bir Godard filminin zihinde bâki algısı bile tektip bir multipleks salonuna sıkışıp kalıyorsa, bu şartlar altında sürecek film festivallerinin geleceği de tektipleşme tehlikesi altındadır. Başka dünyaların tektipleştirilmiş salonlarda sıkışıp kalmasına, festival seyircisinin patlamış mısırla salonda kaybolmasına direnerek mekânları koruyabilmek, sansürden, ticari kaygıdan, ayrımcı, müdahaleci baskın söylemlerden olabildiğince uzak filmlere, festivallere, seyir ve deneyimlere erişmenin önkoşullarından biri sayılabilir.
“Eski bir sanrıdır yıldızlı bir göğün altında yaşadığımız” (Birhan Keskin, Soğuk Kazı)