Son yıllarda özellikle belediyelerin işe el atmasıyla beraber Türkiye’de hiç olmadığı kadar çok film festivali düzenlenmeye başladı. İstanbul, Ankara, Adana ve Antalya gibi artık “markalaşmış” festivallerin yanına, Erzurum, Artvin, Malatya, Çanakkale ve Bursa gibi şehirler de festival kervanına katıldı. Gidişata bakıldığında bu şehirlere yenileri de eklenecek gibi gözüküyor. Peki bu kentlerde neden her sene bir film festivali düzenleniyor ya da düzenlenmek isteniyor? Bu şehirler sinema potansiyeli olan, halkın sinemayla yatıp kalktığı ya da maddi açıdan belli bir sınırın üzerindeki şehirler mi? Açıkçası ikinci soruya yanıt aramak ilkinden daha mühim. Zira düzenlenen her festivalde belediyelerin kasasından ciddi meblağlar çıkıyor ve şehirlerdeki pek çok imkânsızlıklara ve sorunlara rağmen, yılda bir kez düzenlenen ve ilginin belli düzeyde kaldığı festivallere çok ciddi rakamlar harcanıyor. İşin maddi yanı ağır bastığından pek çok rant ve haksız kazanç da belediyelerin düzenlediği festivallerin “görünmeyen” yüzü olarak karşımıza çıkıyor.
İşin ekonomik ayağı yaşanan festival enflasyonunun başlıca sebebi olurken, diğer yandan da bu film festivalleri Türkiye sinemasının geldiği noktayı da bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Festivallerin birinde yarışan film diğerinde yarışamaz gibi tuhaf kuralların konması, Türkiye sinemasının nicelik ve nitelik açısından tezatlığını da belgeliyor. Bu yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışan Gelecek Uzun Sürer, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi ve Eylül gibi görece belli bir standardın üzerindeki filmler kurallardan dolayı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilmedi. Onların yerine kalite açısından standardı bile yakalamakta zorluk çeken pek çok ilk film yarıştı. Erzurum ve Malatya’da da bu iki festivalin ortalamasının alındığı düşünüldüğünde, aslında sinemamızın nitelik açısından pek iç açıcı olmadığı ortaya çıkıyor. Bununla birlikte bu kadar festivalin fazla olduğu gerçeği de bariz bir şekilde kendisini hissettiriyor. Ortada yarışacak film olmayınca yarışmalar da anlamını yitiriyor. Kimi festivaller olmadık jüri kararlarına imza atarak, en iyiye ödül vermek yerine herkese birden ödül verip durumu kurtarmayı seçiyor. Kimileri ise, en iyilere oy vereyim derken, fazla seçme şansının olmadığı gerçeği nedeniyle taraf tutmakla suçlanıyor.
Yeni Türkiye Sineması Nereye Gidiyor?
Bu yıl Adana’da gösterilen filmlerden Gelecek Uzun Sürer, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, Eylül, Memleket Meselesi ve Saklı Hayatlar filmleri belli bir derdi olan, anlatım dili tutturabilmiş, sinemadan ve estetikten ödün vermeden meselesini yansıtabilen filmlerdi. Ama iyi ama kötü… Fakat bunların yanında Ulusal Yarışma’da gösterilen Kadife, Mar, Simurg ve Yurt gibi filmler anlattıkları önemli meseleleri cesurca aktarmalarına karşın, estetikten ve sinema dilinden bihaber şekilde, dertlerini acemice bir heyecanla ekrana taşımaya çalışan yapımlardı. Özellikle ilk filmlerin senaryo ve yönetmenlik anlamında bu kadar zayıf kalmaları, Türkiye sinemasının geleceği açısından da üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir mesele olarak dikkat çekiyor. Her sene yarışmalı bölümlerde belki on tane iyi film çıkmaz, ama Türkiye’nin en köklü iki film festivalinde de yarışmalı bölümlerde dört filmin bile çıkmaması, ister istemez “Yeni Türkiye Sineması nereye gidiyor?” sorusunu da gündeme getiriyor.
Konjonktüre baktığımızda, sinemanın belli estetik gerekleri olan bir sanat dalı olmasından çok bir ifade aracına dönüştüğünü görüyoruz. İnsanlar artık yazmak, çizmek, tartışmak, konuşmak yerine dertlerini film çekerek anlatma yoluna gidiyor. “Görünür olma”nın ve “söz söyleme”nin en kolay yolu sinemaymış gibi bir düşünce var. HES’lerle ilgili protesto gösterileri, Doğu’da otuz yıldır devam eden kanlı savaş, kayıp yakınlarının dramı, kardeş kavgası, kentsel dönüşüm vb. meseleler dillendirilirken sinema başlıca araç hâlini alıyor. Bunda elbette bir sorun yok. Sorun, bu meselelerin anlatılış biçiminden kaynaklanıyor. Sonuçta sinema belli bir matematiği, her alan gibi bir abecesi olan bir mecra. Ama yönetmenler bunları öğrenmeden ya da uygulama konusunda bir pratik kazanmadan başlarından geçenleri veyahut çevrelerinde duydukları, gördükleri olayları ekrana taşımaya kalkınca iş değişiyor. Senaryoyu, kurguyu ve sesi geçtik, en basitinden kadrajlarda ve sahnelerin devamlılığında bile ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Bu da meselesi önemli olan bir filmin otomatikman bir tür sosyal sorumluluk projesine dönüşmesini, sinema sanatının gereklerini yerine getirmese de konusu itibariyle bir şekilde öne çıkmasını sağlıyor.
Bu adaletsizlik bir yanıyla da tıpkı Adorno’nun ifade ettiği gibi bir tür mazlumluk üzerinden sistemin yüceltilmesine önayak oluyor. “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir” (1) diyen Adorno, Antalya’nın bu yıl iyice altını oyduğu “öteki”leştirme politikalarının nasıl ters teptiğini de ifade ediyor. “Öteki”yi anlamaya yönelik filmler bile kendi durdukları yer açısından yeni “öteki”ler üretirken, sistemin bu filmlere yaklaşımları da beraberinde başka sorunlara yol açıyor. Sırf yarışmadaki çoğu film gibi politik bir söylemi yok diye bazı filmlerin bir anlamda “öteki”leştirilmesi, tekrar bizi baştaki soruna geri götürüyor. Sinema estetiğinden yoksun filmlerin üretilmesi, sinemanın slogan üretmeye meyilli bir ifade aracına dönüşmesi ve bu şekilde sistemi yeniden üreten muhalif olduğu kadar muktedirleşen bir faaliyet hâline gelmesi niteliğin eksikliğinden kaynaklanıyor.
Nitelik sadece sinema üretiminde değil, organizasyonlarda ve söylemlerde de karşımıza çıkıyor. Antalya’da ödül töreninde kadına karşı uygulanan şiddeti protesto etmek için makyajlı bir şekilde sahneye çıkan ve beylik birkaç sözcükle protestosunu yapan kişinin daha sonra sahneden inerken makyajcısına teşekkür etmesi gibi absürd şeylerin yaşandığı bir ortamda, doğal olarak Adorno’nun dediği gibi festivaller de bozuk sistemimizin yüceltilmesinden ve nitelik açısından bir gelişim kaydetmeyen sinemamızın çıplaklığının görünür kılınmasından öte bir anlam ifade etmiyor.