Yerli Diziler
Dosya Arşivi
Kasım-Aralık
Film Festivalleri
23.11.2011 Filmekimi 2011 Barış Saydam

Her sene Ekim ayında yapılan ve Berlin, Cannes ve Venedik Film Festivalleri başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında düzenlenen önemli festivallerde ilgiyle karşılanan filmleri sinemaseverlerle buluşturan Filmekimi, bu yıl da birbirinden önemli filmlere programında yer verdi. Cannes ve Venedik Film Festivali’nin bu yıl programlarında büyük ustaların son filmlerine yer vermesi, ilk gösterimini bu iki festivalde yapan pek çok önemli filmin de programda kendine yer bulmasını sağladı.

 

Dönüş (Vozvrashchenie, 2003) ve Sürgün (Izgnanie, 2007) gibi son dönem Avrupa sinemasının en dikkate değer örneklerinin altında imzası bulunan Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev, yeni filmi Elena’da Rus klâsiği tadında bir yapım ortaya koyuyor. Zengin bir adamın yanında hemşire olarak işe başlayan, fakat sonrasında baktığı adamla evlenen Elena’nın hikâyesine odaklanan film, ölüm döşeğindeki zengin kocasının mirastan kendisini mahrum bırakması sebebiyle işi gücü olmayan oğluna yardım etmeye çalışan Elena’nın içine düştüğü çıkmazı ekrana yansıtıyor. Çehov’un kısa öykülerinde yaptığını yönetmen Elena’da yapıyor ve basit görünmesine rağmen hepimizi içine çeken son derece karmaşık bir durumla bizleri baş başa bırakıyor. İnsan nedir sorusunun çevresinde gezinen ve insanın karanlık yanıyla bizi karşı karşıya bırakan yapım, Dönüş ayarında olmasa da bu senenin en iyilerinden olmaya aday.

 

Programdaki bir başka merakla beklenen film, bu sene Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle birlikte Jüri Büyük Ödülü’nü paylaşan, Dardenne Kardeşler’in son filmi Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo, 2010)’tu. Tipik bir Dardenne Kardeşler filmi olmasına rağmen, Bisikletli Çocuk hem derinlikten yoksun hem de yönetmenlerin daha çok kişinin filmi izlemesine yönelik tercihleriyle de sırıtan bir yapım. Dardenne Kardeşler filmografisinde çok daha iyilerini izlemişken, açıkçası Bisikletli Çocuk “şık” olmanın ötesinde çok da bir anlam ifade etmiyor. Aki Kaurismaki’nin Umut Limanı (Le Havre, 2011) da keza aynı şekilde, yönetmenin temel izleklerini devam ettirdiği ancak kendisini zorlamak yerine tabiri caizse “garanti” oynamayı tercih ettiği bir Kaurismaki yapımı. Gerek işçi üçlemesinde gerekse de kaybedenler üçlemesinde yönetmenin çok daha yetkin filmlerini izledikten sonra, Umut Limanı insanda biraz kekremsi bir tat bırakıyor. Yine de Umut Limanı’nın programın geneline baktığımızda, en dikkate değer yapımlardan biri olduğunu da es geçmemekte fayda var.

 

Festivalin İki Yıldızı: Bu Bir Film Değil ve Artist

Bu yılki programın kanımca en büyük iki filmi (Utanç’ı [Shame, 2011] izleyemediğim için onu bu değerlendirmenin haricinde tutuyorum), İranlı yasaklı yönetmen Cafer Panahi’nin arkadaşı Mojtaba Mirtahmasb ile birlikte çektiği Bu Bir Film Değil (This is not a Film, 2010) ve Fransız Michel Hazanavicius’un Chaplin filmleri tadındaki zarif filmi Artist’ti. Panahi ve Mirtahmasb’ın çalışması, Panahi’nin evinde geçirdiği bir günün belgeseli olmaktan öte bir filmin doğasını, üretim aşamasını ve film öğelerinin film çekim sürecini nasıl değiştirdiği üzerine de cevaplar ararken, bir yandan da Panahi’nin sorduğu can alıcı soruyla da hafızamızda yer ediyor: Madem anlatılabiliyor, film yapmaya ne gerek var? Panahi, belgesel boyunca kendisini sorgulayarak bu sorunun izini sürerken, bununla birlikte film de sinemanın doğası ve temsil/gerçeklik ilişkisi üzerine zihin açıcı bir egzersize dönüşüyor.

 

Hazanavicius ise Artist’te, sessiz sinema dönemine çok şık ve zarif bir saygı duruşunda bulunurken, bir yandan da sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş dönemini Chaplin tarzında anlatarak, ustanın ayak izlerini takip ediyor. Filmdeki Valentin karakteri yer yer Chaplin filmlerinde işini kaybeden ama yine de onuruyla ayakta kalmaya çalışan, centilmenliğinden ve dünyaya bakışındaki naiflikten hiçbir şey kaybetmeyen ama içinde bulunduğu zamana da bir türlü ayak uyduramayan hüzünlü adamı hatırlatıyor. Artist’in bir başka dikkate değer yanı da, sessiz sinema dönemine günümüzden bakan nostaljik bir bakış açısını reddetmesi. Film bir nostalji yaratmaktansa, değişimin başladığı yıllara yoğunlaşarak Valentin’in inişli çıkışlı hayat hikâyesinden sessiz sinema zamanlarındaki gibi bir kurmaca üretiyor.

 

İki Keşif: Almanya’ya Hoşgeldiniz ve Ruh Eşim

Programdaki filmlerden Almanya’ya Hoşgeldiniz, Almanya’daki Türk yönetmenlerin çektiği göçmen filmlerinden farklı olarak durum komedisi üzerinden Almanya’daki iki kültürün farklılığını sık sık ekrana taşımasına karşın, aynı zamanda Angela Merkel’in çokkültürlülüğün iflas ettiğine yönelik tezine de bir antitez niteliği taşıyor. Nitekim filmin finalinde Merkel’in de yer aldığı karedeki ince göndermeyle yönetmen iktidarın söylemine karşı bireylerin aslında çokkültürlülüğü sindirme yolunda önemli mesafe kaydettiğini de ortaya koyuyor. Bu anlamda film, incelikli gözlemler üzerinden aktarılan komedi öğeleriyle yetinmeyerek, Almanya’daki durum üzerine de bir söz söylemeyi başarıyor. Didaktik bir anlatıma kaçmadan, farklılıkların olduğunu da yadsımadan kimlik sorununa değinen Almanya’ya Hoşgeldiniz, göçmen meselesine keyifli ama etkileyici bir bakış getiriyor.

 

Ruh Eşim (Café de Flore, 2011)’de, C.R.A.Z.Y. (2005) ve Genç Victoria (The Young Victoria, 2009) filmlerinden sonra Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée arayı açmadan kendi yazdığı senaryodan hareketle aşk, sevgi, bağlılık ve mutluluk üzerine mistik ve çarpıcı bir filme imza atıyor. Vallée filminde iki farklı hikâyeye yer veriyor; 1960’larda geçen hikâyede down sendromlu oğluna tutkuyla bağlanan bir annenin yaşamını, günümüzde geçen öyküde ise her şeye sahip bir adamın karısından ayrılarak, “ruh eşi”ni bulmasını konu ediyor.

 

Filmde, sıçramalı kurguyla farklı zamanlarda geçen iki hikâyeyi iç içe anlatan yönetmen, diğer iki filmine nazaran son filminde yönetmenlik becerisini ön plâna çıkartıyor. İyi bir metnin üzerine yönetmenin başarılı rejisi de eklenince, ortaya sinematografik olarak etkileyici bir çalışma çıkıyor. Filmin gerek müzikler üzerinden giden atmosferi gerekse de görsel dokusu standardın çok üzerinde seyrediyor. Buna rağmen, filmin yer yer kendisini fazla tekrar eden ve uzadıkça sarkan bölümleri bulunuyor. Bu kısımlar sonlara doğru tempoyu düşürüp izleyiciyi sıksa da, mistik bir finalle iki ayrı hikâye birbirine eklemleniyor.

 

Filmekimi’nde ilk etapta göze çarpan bu filmlerin haricinde, Pembe Panter çizgisinde ilerleyen ama bir süre sonra Fransız film noir klâsiklerini aratmayacak bir koşuşturmaya sahne olan Hırsız Kedi Paris’te (Une Vie de Chat, 2010), bir baba-oğul ilişkisini “kendini iyi hisset” tarzında, sıcak ve sempatik bir şekilde ekrana taşıyan Tost (Toast, 2010) ve Güney Kore’den son yıllarda çıkan en dikkate değer filmlerden The Chaser (2008)’ın yönetmeni Hong-jin Na’nın sert ve sürükleyici filmi Ölüm Denizi (Hwanghae, 2010)’nin de iyi birer seyirlik olduklarını; ama seyirlikten öteye geçemediklerini de söylemekte fayda var. Sigur Ros müziğini sevenleri mest eden ama grubun müziğiyle ilgilenmeyenlerin içinde hiçbir şey bulamayacağı Inni, İngilizlerin edebi uyarlamalarını takip etmeyenleri fena halde sıkacak Jane Eyre ve Lars von Trier’in artık insanların tahammül sınırlarını zorladığı 136 dakikalık felaket filmi Melankolia ve çiğ sertliğiyle herkesi sarsan Tiranozor da programda yer alan “meraklısının” hoşlanabileceği yapımlardı.

 

YORUM YAZ:
Ad Soyad:
Yorumunuz:
Kalan: (Sadece 600 karekter olabilir)
ARKADAŞINA GÖNDER:
Ad Soyad:
Email Adresiniz:
Arkadaş(lar)ınızın Email Adresi:

birden fazla email adresi yazacaksanız boşluk ile ayırmalısınız.
NOTUNUZ:
Bilim ve Sanat VakfıKüre YayınlarıKlasik Yayınlarıİstanbul Şehir Üniversitesi
Hayal Perdesi © 2010 - [email protected] Yayımlanan malzemenin bütün hakları Hayal Perdesi’ne aittir. Kaynak göstererek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir..