Esas adıyla Ernst Wilhelm Wenders, 1945’te Almanya’nın Düsseldorf kentinde doğar. Babasının baskısıyla tıp ve felsefe eğitimi alırken bu alanlarda öğrenim görmek istemediğini anlar ve eğitimine ara vererek 1966’da Fransa’ya gitmeye karar verir. Fransa’da meşhur sinema okulu IDHEC (Institut des hautes études cinématographiques)’e başvuran ama kabul edilmeyen Wenders, yine de Fransa’da bir yıl kalır. Bu sırada, daha sonra Amerikalı Arkadaş (Der Amerikanische Freund, 1977) filmini adayacağı Henri Langlois’in (kurucusu olduğu) Fransız Sinematek’inde pek çok film izler. Kendi tabiriyle burada geçirdiği yıllar onun hayatını değiştirir. Sinemasında büyük bir etki bırakacak olan Nicholas Ray, Raoul Walsh, John Ford, Fritz Lang ve Yasujiro Ozu gibi yönetmenlerin filmleriyle buradaki gösterimlerde tanışır.
Almanya’ya dönüşünde hemen ilk kısa filmini çeken ve çeşitli sinema dergilerinde film eleştirileri yazmaya başlayan yönetmen, daha sonra Münih’teki Film ve Televizyon Yüksekokulu’nun sınavına girer. Aynı sınava giren Rainer Werner Fassbinder’i geride bırakarak okula kaydolur. Burada kendine yeni bir sinema dili yaratmak için çeşitli denemelerde bulunan yönetmen, mezuniyet projesi olan ilk uzun metrajlı filmi Kentte Yaz (Summer in the City, 1970)’a gelene kadar sekiz kısa film çeker, bunların ikisi televizyonda yayınlanır. Bunlardan ara sınav ödevi olan Alabama: 2000 Light Years From Home (1969) ve 3 Amerikan LP’si (Drei Amerikanische LP’s, 1969) öne çıkar. Peter Handke’yle ilk işbirliğinin ürünü olan 3 Amerikan LP’si üç şarkı üzerine, genel olarak ise Amerikan müziği üzerine yapılmış bir kısa filmdir. Credence Clearwater Revival, Harvey Mandel ve Van Morrison’ın söylediği birer şarkı üzerine kurulan kısa film üzerine yönetmen şu yorumu yapar: “(Film boyunca) Peter (Handke) ile ben Amerikan müziği üzerine konuşuruz. Amerikan müziğinin her zaman, yalnızca resimleri eksik bir tür film müziği olduğuna dair bir konuşmadır bu." (1)Deneysel diye nitelendirilebilecek ilk kısalarından sonra çektiği Alabama, 3 Amerikan LP’si ve bundan sonra gelecek olan ilk uzun metrajlı filmi Kentte Yaz, yönetmenin Amerikan kültürünün etkisi altında kalan ülkesindeki insanların yaşadığı tahribata ve yabancılaşmaya değinir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hitler gibi ağır bir mirası sırtlanmış bir ülkenin vatandaşı olan Wim Wenders, bir yandan ülkesinin karanlık geçmişini diğer yandan da savaş sonrası bütün Avrupa’yı esir alan Amerika’nın hegemonik gücünü üzerinde hisseder. Ne Almanya’ya aittir ne de Amerika’ya; bir yersizyurtsuzdur. Filmlerinde bu yüzden en belirgin tema “yolculuk”tur. Olduğu yerde rahat edemeyen, bir türlü kendini yaşadığı yere ait hissetmeyen ve sürekli hareket hâlinde olan karakterler, yönetmenin hemen hemen bütün filmlerinde göze çarpar. Kentte Yaz’da, hapishaneden çıkan Hanns “sözde” takipçilerinden kaçar film boyunca. Alis Kentlerde (Alice in den Städten, 1974) filminde gazeteci Philip, Alice’le birlikte kaçınılmaz bir şekilde ülkesine, yani kimliğini keşfe doğru bir yolculuğa çıkar. Zamanın Akışı (Im Lauf der Zeit, 1976)’nda Bruno ve Robert, film süresince yoldadır; tıpkı Paris, Texas (1984)’ın Travis’i gibi… Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin, 1987)’ndaki melekler film boyunca Almanya’yı dolaşırlar ve ülkenin erozyona uğramış kolektif bilincini bizlere aktarırlar.
Bir Prototip Film Olarak Kentte Yaz
Wim Wenders’in pek çok filminde belirgin bir şekilde görebileceğimiz bu “hareket hâlinde olma” durumu, bir yolculuğun, bir arayışın, bir kimlik sorununun dışavurumudur. Bunu en iyi şekilde özetleyen film olmasa da ilk işaretleri taşıyan Kentte Yaz önemli ipuçları sunar. Filmde hapishaneden yeni çıkan Hanns, geçmişini geride bırakarak yeni bir hayata başlamak için kendisini takip eden kişilerden kaçar ve amaçsızca kentte dolaşır. En sonunda Amsterdam’a uçar. Ama film, ne Hanns’la ne de yüzeydeki bütünsellikten yoksun bırakılmış kara film tarzı hikâyeyle ilgili değildir. Film, 1970’lerin başındaki Berlin ve Münih kentlerini, o dönemin genel atmosferini ve bir adamın (Hanns karakterinin arkasında yönetmenin) depresyonunu anlatır.
Berlin ve Münih kentlerinde dolaşan Hanns, sürekli huzursuzdur, geçmişinden ısrarla kaçar. Gitmek istediği yer ise Amsterdam üzerinden Amerika’dır. Bu noktada Hanns karakteri, yönetmen Wim Wenders’in o dönemki ruh hâlini de bizlere yansıtır. Geçmişini kabullenememenin getirdiği huzursuzluk, aidiyet eksikliği, kimlik bunalımı, Amerikan rüyasının cezbediciliği, Hanns karakterinde vücut bulur. Hanns, hapishaneden çıktıktan sonra gece şehirde arabayla dolaşırken eski gezdiği yerlerin değiştiğini, eskiden yaptığı şeylerin artık aynı duyguyu ona vermediğini, eski arkadaşlarıyla iletişiminin olmadığını fark eder. Yaşadığı kente yabancıdır; hiç kimseyle ve hiçbir şeyle aidiyeti yoktur. Film, çoklukla bu kopuştan kaynaklanan melankoli duygusunu yansıtmayı amaçlar.
“Wenders Sineması”nın ABC’si
Wim Wenders öğrencilik yıllarının sonlarından itibaren kendi içsel dönüşümünü karakterleri aracılığıyla beyazperdeye taşır. Otoriter babasıyla yaşadığı çatışmalar, annesinden başlayarak kadınlarla yaşadığı iletişim sorunları, kimliksiz ve yurtsuz olma durumu ilk kısalarından itibaren Wenders filmografisinin temel izlekleri olur. Yol filmlerinin unutulmaz yönetmeni olarak anılsa da sinemasındaki zengin içerik ve estetik değer, onun filmlerinin salt bir yolculuktan ibaret olmadığını gösterir. Yönetmen ayrıca zamanın akışına ve hareketin sürekliliğine karşı gösterdiği hassasiyetle manzarayı “artık sadece hikâyenin içinde geçtiği arka plân” olmaktan da kurtarır. Seyircinin, zaman ve uzamın farkına varmasını ve karakterin yolculuğuna ortak olmasını sağlar.
Kuşkusuz yönetmenin sinemaya başlamadan önce fotoğrafla ilgilenmesi, küçüklüğünden beri haşır neşir olduğu kamera ve Fransa’da bulunduğu sürede izlediği filmlerden edindiği sinemasal birikim, onu diğerlerinden bir adım öne geçirir. Çağdaşı Fassbinder ve Werner Herzog kendi stillerini bulmaya çalışırken Wenders, ilk gençlik yıllarından beri kafasında bir model oluşturur ve filmlerinde bu modeli uygulamaya çalışır. Özellikle Yasujiro Ozu’nun filmleri bu konuda yönetmene yol gösterir. Wenders, Ozu’yla tanışmasını ve onun sinemasına etkisini şöyle açıklar: “Onun öykü anlatma biçimi, tamamen göstermeye dayanıyor. Benim de sinema hakkındaki düşüncem buydu ve birdenbire bu konuda bir gelenek olduğunu anladım. Kaleci’yi (Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’ni) çevirdiğim sırada bu konudaki düşüncem çok berrak değildi. O zamanlar yalnızca, doğru yolda gittiğimi umuyordum. Sonra, Ozu filmlerini gördüğüm zaman, bu biçimin hem mümkün, hem de doğru olduğuna karar verdim."(2) Fotoğraflarında olduğu gibi filmlerinde de kaybolan şeylerin peşine düşerek onları çerçeve içine almayı, onlara bir “görünürlük” kazandırmayı amaçlar Wenders. “Kayıp olma” durumu, yurdunda yabancı kalma ve bir kimlik edinememe meselesi ve savaş sonrası Avrupa’da Amerikan kültürünün kaçınılmaz egemenliği, yıllar geçtikçe yönetmenin filmlerinin de temel motifleri hâline gelir. Beslendiği kaynakları sineması içinde eriten ve kendine özgü bir anlatım tekniği geliştiren Wenders, böylece ilk kısalarından son filmlerine gelene dek tutarlı bir şekilde bir “auteur” olduğunu da ispat eder.
[1]. Uwe Künzel, Wim Wenders, Çev. Kerem Çalıflkan, Afa Yayınları, 1985, s. 50.
[2]. Uwe Künzel, a.g.e., s.37.