Adana Altın Koza Film Festivali’nde bu yıl Nazım Hikmet’in “Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma, ben Asyalıyım. / Bakmayın mavi gözlü olduğuma, ben Afrikalıyım.” dizelerinden hareketle özel bir uluslararası program hazırlandı. Savaşın, doğal afetlerin ve açlığın hüküm sürdüğü Asya ve Afrika’da çekilmiş pek çok önemli belgesel programa dahil edildi. Bunun yanı sıra programa ek olarak bir de bu topraklarda yetişmiş sinemacıların katılımıyla bir panel gerçekleştirildi.
Moderatörlüğünü Alin Taşçıyan’ın üstlendiği panelde, Suriye adına Ömer Emiralay’dan sonra Suriye’nin yetiştirdiği en büyük yönetmen kabul edilen Ossama Mohammed, Irak’tan kardeşi Mohammed Al Daradji’nin yönettiği Babil’in Oğlu (Son of Babylon, 2009) filminin yapımcılığını üstlenen Atia Al Daradji, Cezayir’den deneyimli sinemacı Merzak Allouache, Lübnan’dan yönetmen Behij Hojeij, Mısır’dan sinema eleştirmeni Safaa Elaisy ve Tunus’tan Afrika sinemasını yakından takip eden bir diğer sinema eleştirmeni Hassouna Mansouri katıldı.
Bütün sinemacıların ortak sorunu, ülkelerinde siyasi, ekonomik ve toplumsal istikrarsızlıklar nedeniyle ülkelerinde çok film çekilemediği, çekilenlerin de iktidar yanlısı taraflı filmler olduğu yönündeydi. Lübnanlı yönetmen Hojeij ülkesinde yılda dört beş film çekildiğini, Lübnan’daki istikrarsızlığın sinemacıların film çekmesini engellediğini, entelektüellerin göç etmek zorunda bırakıldığını dile getirdi. Iraklı yapımcı Al Daradji de Hojeij’le benzer şekilde, Irak’ta çekilen film sayısının düşüklüğüne ve altyapı eksikliğine değinirken, Saddam Hüseyin döneminde çekilen doksan dokuz filmin en az sekseninin Saddam yanlısı filmler olduğunu söyledi. Tunuslu film eleştirmeni Mansouri ise, diktatörlük rejimlerinin sansür uygulaması nedeniyle çekilen filmlerin sıkıntı yaşadığını, maddi imkânsızlıkların dışında sansür yüzünden de insanların yeterince film çekemediğini belirtti.
Sinemacıların ortak hezeyanları aslında, Arap ülkelerindeki diktatörlük rejimlerinin ülkedeki durumu yansıtmak isteyenlere karşı farklı bir imaj çizmeye çalışmasıyla ilgiliydi. Bu bağlamda, eleştirmen Mansouri’nin Tunus’ta sinema alanındaki hareketlilikle devrim arasında paralellik kurması dikkate değerdi. 2008 yılından itibaren gençlerin çektiği kısa ve orta metraj filmlerin sayısının artış gösterdiğini, sadece 2008 yılında seksenden fazla kısa filmin üretildiğini ve bu filmlerde gençlerin Tunus’taki yaşamı aktarmaya çalıştığını anlattı. Devletin desteklediği filmlerde istikrarlı bir toplumsal yapı ve siyasi rejim öne çıkarken, yeni kuşağın bu imajı yıkmaya çalıştığından bahsetti. Suriyeli yönetmen Mohammed de üretilen film sayısındaki artışla gençlerin yönetimden hoşnutsuzluğu arasında bir bağ kurdu ve “halkı tanımakta kusurluyuz, çünkü bu hareketlerin ilk işaretlerini fark edemedik” dedi. Yönetmen bununla birlikte diktatörlüklerin boyunduruğu altında yapılan sinemayı da “katilin sineması” olarak adlandırarak, devrim öncesi Arap ülkelerindeki sinemayı özetlemiş oldu: “Bugünkü filmlerde sinema çok ucuz, çünkü hayat ucuz, bir karşılığı yok. Sinema adaleti, bağımsızlığı, hürriyeti seçer ama bugün Suriye’de ‘katilin sineması’ var.”
Mısırlı sinema eleştirmeni Elaisy ise, diğer yönetmenlerin çarpıcı tespitlerle tanımladığı diktatörlük sinemalarının nasıl çöktüğüne dair Mısır’daki yaşananları örnek gösterdi. Mısır’da yaklaşık on yıldır dijitale ve gençlere karşı bir direniş olduğundan, özellikle de sinemacıların bu konuda çok daha hassas davrandığından bahseden Elaisy, bunun giderek özgürlükçü söylemle geleneksel söylemin karşılaşma alanına dönüştüğünün de altını çizdi. Mısır’daki devrimle birlikte dijitalin galip geldiğini, bu sayede de üretilenlerle yaşanan gerçekler arasındaki uçurumun kalktığını sözlerine ekledi. Elaisy’nin saptamalarını gerçekten de Mısırlı yönetmenlerin çektikleri kısa filmlerden oluşan 18 Gün (Tamantashar Yom, 2011) belgeselinde gözlemlemek mümkündü. Tahrir Meydanı’nda başlayan isyanın nasıl ülkeye yayıldığını sahne sahne açık eden belgesel, aynı zamanda bir devrimin de otopsisi gibiydi. Dijital kamerayla gençlerin çektikleri kısa filmler hem neden devrimin gerçekleştiğini açıklar nitelikteydi hem de devrim sürecinin mihenk taşlarını cesurca ekrana yansıtıyordu.
Büyük Resme Bakabilmek
Festival programındaki gerek “Ben Asyalıyım, Ben Afrikalıyım” gerekse de FIPRESCI’nin hazırladığı “Ebedi İsyancılar” bölümlerinde gösterilen filmleri ve belgeselleri, panelde ağırlanan konukların söyledikleriyle paralel bir şekilde düşündüğümüzde ortaya daha geniş bir “Arap Baharı” resmi çıkıyor. Anaakım medyadan takip ettiklerimiz dışında, o ülkelerde yaşayanların o coğrafyanın dinamiklerini analizlerle aktarması, filmlere bakışımızı olduğu gibi konjonktürel gelişmelere yaklaşımımızı da değiştiriyor. İsyanın sadece diktatörlük rejimlerine karşı olmadığının altını çizen Elaisy, aynı zamanda geleneksel ve modern arasında da bir çatışmanın yaşandığını ve bu çatışmanın devrimden sonra da devam edeceğinin sinyallerini örneklerle açıklarken, Allouache de Cezayir’deki insanların çevrelerindeki gelişmeleri nasıl gözlemlediğini ve harekete geçmek için şiddetin yarattığı paradigmaya bir çözüm aradıklarını ifade ediyor. Suriyeli Mohammed ise ülkesindeki olayları ve halkın isteklerini öngöremediklerinden yakınarak, 2000’li yıllarda başlayan birtakım gelişmelerden yola çıkarak yaşananların anlam haritasını çıkarmaya uğraşıyor. Hepsi bir şekilde ülkelerindeki durumu tarihsel bir perspektif üzerinden çözümlemeye ve bir yere oturtmaya gayret gösterirken, festivalin “Ebedi İsyancılar” bölümündeki filmler bu noktada bizlere geniş bir arka alan yaratarak, bütün yaşananları daha net kavramamıza yol açıyor. Hojeij’in Gece Yanığı (Ring of Fire, 2004) filmi, bizleri Beyrut’ta on yıldır devam eden savaşın ortasına, 1985 yılına, geri götürerek şiddetin nasıl bir kaosa yol açtığını gösteriyor. Üniversitede edebiyat hocası Albert Camus’nün Veba kitabını anlatırken peşi sıra patlayan bombalar, tıpkı veba salgınında insanların çaresizlik içinde ölümü bekleyişi gibi, Beyrut’taki insanların da çaresizlik içindeki bekleyişlerini ortaya koyuyor. Moufida Tlatli’nin Sarayın Sessizliği (The Silences of the Place, 1994) isimli yapımı, Tunus’un bağımsızlık mücadelesinin hemen öncesinde Prens Sid’Ali’nin sarayında yaşananları ekrana taşırken, arka planda da isyan ateşinin nasıl başladığını yansıtıyor. Merzak Allouache ise Sığınmacılar (Harragas, 2009)’da Cezayir’i terk etmeye çalışan sığınmacıların dramını anlatarak, diğer yönetmenlerin geçmişten günümüze doğru getirdiği tarihsel perspektifi günümüzden insan manzaralarıyla tamamlıyor.
Programdaki filmleri göz önünde tutarak panelde konuşulanları değerlendirdiğimizde, “Arap Baharı”nın bir bahardan çok geçmişten beri süregelen bir birikimin sonucu olduğunu ve değişimin yeni rejimlerden ve iktidarlardan sonra da devam edeceğini görüyoruz. Bütün imkânsızlıklara, sömürülere ve Batı’nın çarpıtılmış algılarına karşın, bu coğrafyada yaşayanların mücadelesini sürdüreceğini, bu mücadeleyi de sinemanın bütün olanaklarından yararlanarak dış dünyaya da aktarmaya çalışacağını anlıyoruz. Buna en güzel örnek sanırım Suriye, Irak ve Mısır sinemasındaki hareketlilik… Henüz uzun metraja yansımasa da kısa filmden belgesele kadar pek çok türde azımsanmayacak kadar film çeken genç yönetmenler sayesinde, bu ülkelerin sinemaları kadar bu ülkelerde yaşayan insanların hayatları ve iktidarla ilişkileri de görünürlük kazanıyor.