Sadi Celil Cengiz yakın bir arkadaşım. Ona da söyledim: “Seninle arkadaş olduğumuz için değil hakikatten ilginç bir kişiliğe sahip olduğunu düşündüğüm için röportaj yapıyorum”. Yüksek lisans mülakatında tanışmıştık. O zaman askerdeydi. Fen Lisesi’nden mezun olmuş, işletme okumuş ama aslında 12-13 yaşından beri sinemacı olmak istiyormuş. Şimdilerde “Üsküdar’a Giderken” dizisinde oyuncu Sadi. Bir taraftan da Edirne-Kapıkule sınırında muayene memurluğu görevini sürdürüyor. Son yıllarda çekilen kısa filmlerin yaklaşık 60 tanesinde rol aldı. Ayrıca pek çok kısa filmin hep senaristi, hem yönetmeni hem de başrol oyuncusu. Hayal Perdesi’nin Temmuz-Ağustos sayısında kısa filmle ilgilenenler ve ilgilenmeyi düşünenler için keyifli bir röportaj hazırladığımızı düşünüyorum. İlginize saygılarımızla sunuyoruz.
Pek çok kısa filmde yer aldın. Oynamadığın kısa film kaldı mı?
Şimdiye kadar oyna dedikleri halde oynamadığım kısa film kalmadı. 50-60 civarında kısa filmde oynadım. Bunlardan bir kısmını hiç izlemedim, bir kısmını da hatırlamıyorum. Ama hemen hemen İstanbul’daki bütün üniversitelerin Sinema TV öğrencileri bir filmde beni görmüşlerdir. Birlikte çalışmışızdır.
Nasıl başladın?
Lisede, üniversitede tiyatro yapıyorduk. Fen Lisesi’nden mezun olduktan sonra bir dönem depresyona girdim. Depresyondan çıkmak için başladım kısa filme. Daha önce film nasıl çekilir, kurgu nedir, bilmediğim için filmlerde oynayayım dedim. O dönem en çok aranan şey oyuncuydu. Şu an bilmiyorum ama o dönem çok kısa film çekiliyordu.
Hâlâ devam ediyor.
Güzel. İşte ben de o dönem, İstanbul Üniversitesi İşletme 3. sınıftayken bu işi öğrenmek için gidip herkesin filminde oynadım.
İlk yönetmenliğini ne zaman yaptın?
Benim Sinemalarım diye bir site vardı. Fen Lisesi’nden Metin abi, “Böyle bir site var, sen de tiyatroda oyunculuk yapıyorsun, para vermiyorlar ama bir bak.” dedi.
İlânlar mı oluyordu?
Evet, “Aranıyor” diye bir bölüm vardı: Şu filmde garson rolü lazım gibi. Ben de aradım. Yönetmenim Marmara Üniversitesi’nden Derya’ydı. Gittik görüştük. “Tamam” dedi. Onun filminde oynadım. Kamerayı ilk kez onun setinde gördüm, düğün salonu hariç. Ertesi gün de ilk filmimi çektim: “Keyser Soze var mıydı, yok muydu?”. Tıp Fakültesi’nde okuyan bir arkadaşımın LCD ekranı siyah beyaz gösteren, büyük bir kamerası vardı. Bir arkadaşımızın evine gittik. Arabayla 55 ekran TV götürdük monitör için. Kamerayı kurduk. Televizyonun karşısına geçip tek plân olarak ilk kısa filmimi çektim. O zamanlar kamera yoktu elimde, webcam vardı. “Web kamerasıyla nasıl bir film çekilir?” fikrinden yola çıkarak senaryo yazdım. Fatih’in kamerasıyla da o filmi çekmiş olduk. O filmle “I Can” kısa film yarışmasına katılıp üçüncülük ödülü aldım.
Benim Sinemalarım nasıl bir oluşumdu?
Ali İlhan ile Burcu Tatlıses’in projesiydi. Kısa film nedir, nasıl yapılır öğrenmek için tavsiye üzerine üye oldum. Daha sonra buluşmalar oldu. Birbirimizin projelerinin bir ucundan tuttuk. Orada alternatif bir mizah anlayışı, alternatif bir yaklaşım oluştu. O ekipten Ali İlhan kendi sinema filmini çekti. Selçuk Aydemir kendi filmini çekti, şimdi dizi film yazıyor, yönetiyor. Burak Aksak “Leyla ile Mecnun”u yazıyor. Murat Özsoy TRT’de bir program yapıyor. O kadro şu an bu işlerle ilgileniyor. İmece usulü, hiç durmadan, neredeyse her hafta bir kısa film üretiyorduk. Çektiğimiz filmlerin bazıları için “Böyle saçmasapan şeyleri niye çektiniz? Bu niye böyle yapıldı?” diyebilirsiniz. Ama onların hepsi bize bir şey kattı. En azından deneyim oldu. Ben öğrendiğim her şeyi o setlerde öğrendim.
Çok ilginç bir hayatın var. Askerdeyken yüksek lisans için Bilgi Üniversitesi’nin Sinema TV Bölümü’ne başvurdun. Kapıkule’de muayene memuru olarak çalışıyorsun. Bir taraftan da “Üsküdar’a Giderken” dizisinde oynuyorsun.
Ben askerdeyken Bilgi Üniversitesi’nden Murat Özsoy “Üniversiteye gidiyorum, gel birlikte gidelim.” dedi. ALES puanım da vardı, başvurdum. Asteğmen olarak yapıyordum askerliğimi. Akşam 5’ten sonra boştum. O zaman okul altıdan sonraydı. Askerdeyken dahi derslere girebiliyordum. Hatta bir derste Derviş Zaim’e “Komutanım.” demiştim.
Dizi projesi nasıl başladı?
Diziyi Selçuk Aydemir yazıp çekiyor. Selçuk’la Benim Sinemalarım’da tanışmıştık. Çalgı Çengi diye çok başarılı bir sinema filmi çekti. Diziye başlayınca rol için beni aradı. Ben de Kapıkule’de memurum. Tamam dedim, öyle başladık.
Kaç film çektin şimdiye kadar?
Kısa film olarak 7 tane çektim.
Bu azımsanacak bir sayı değil. Acaba “Yapalım da gerisi gelir.” diye mi başlıyorsun işe yoksa senaryo grubun var mı?
Filmleri çektiğimiz dönem her an bir senaryomuz, birbirimize anlatacağımız bir film fikrimiz vardı. Yatılı okulda kalmanın getirdiği belli bir mizah anlayışı var.
Kısa film sektörüyle ilgili genel bir değerlendirme yapmanı istesem?
Sektör meselesiyle ilgili çok fazla şey kuramıyorum kafamda. İnsanlar kısa film çekerek hayatlarını kazanabilirler mi, bunlara dair çok net fikirler gelmiyor aklıma. Ama şunu söyleyebilirim: Kısa film üretiminin artması, cep telefonlarıyla bir şeyler çekilebilmesi hem sinema açısından hem hayatın kendisi açısından iyi. Dijital kamera olmasaydı asla film çekemezdim. Teknolojinin yaygınlaşması ve ucuzlaması sinemaya bir demokrasi getirdi. Eskiden ya zengin olacaksın, okulunu okumuş olacaksın, ya devletten destek bulacaksın.. Ama şimdi İ-phone ile filmler çekiliyor. Tabii sinema Avatar (2009) gibi üç boyutlu filmlerin çekildiği başka bir tarafa da gidiyor. Bizim bakmamız gereken yer diğer taraf. Herkesin elindeki kamerayla bir şeyler çekmesi, bunları insanların izlemesi, paylaşması ve bunların bir kısmının, kimsenin tahmin edemeyeceği derecede yayılması, bunu insan hayatının bir parçası haline getiriyor. Youtube’un 10 dakikalık formatının sinemada uzun vadede biçim olarak etkin olacağını düşünüyorum. Kısa filmi o yüzden önemsiyorum. Kısa filmin en büyük avantajı “kısa” olması. Artık sadece Yeni Dalga, Yeni Gerçekçilik yok, yüzlerce çeşit sinema var ve bu filmlerden her birinin yüzmişer dakika izlenme şansı bulması giderek azalıyor. İnsanlar belgesel çekiyorum, film çekiyorum demeden çektikleri şeyi Youtube’a koyuyorlar. Ve bu “tüm zamanların en komik filmi” diye düşünülen filmden daha fazla izleniyor. Kimse kibirlenip “Onların çektikleri çöp.” demesin. Sinemanın nereye evrileceğini kimse bilemez. Artık tek bir okul, tek bir akım, tek bir görüş sonucunda sinema yapılmıyor. Farklı sınıflardan insanlar sinemayla ilgileniyor. Kısa iyidir. Kısa, uzuna karşı avantajlı bir duruma da geçecek.
Bilgi Üniversitesi’ni bitirme projesi olarak sunduğun uzun metraj bir senaryon var sanırım.
Senaryo masalların tersten okunması gibi... Şöyle bir tezden yola çıkıyor: Masallar alt sınıfları uyutmak için uydurulmuş hakiki masallardır. Bu dahil, bütün genellemeler yanlıştır aslında ama böyle bir tezden yola çıkarak Sindirella masalına sınıfsal bir eleştiri getirme amacıyla yazdım senaryoyu.
Bunun filme çekecek misin?
Şu an düşünmüyorum. Senaryoyu yazmaya başladığımda düşünüyordum ama şu an yapmak istediğim sinema tarzına uzak geliyor. Artık daha doğal mekânlarda, kameranın daha serbest kadrajlar yaptığı, insanlarla iç içe şeyler çekmek istiyorum. Bu senaryo bana birşey anlatma heveslisi geliyor.
“Şöyle bir film yaparsam ölebilirim artık.” dediğin bir şey var mı?
Bir sinema filmi çeksem yeter. Sinemalarda gösterilsin diye bir takıntım da yok. Hatta mümkünse film kendi maliyetini festivallerden, sponsordan kazansın, ben de filmi internetten göstereyim, insanlar gidip evlerinde izlesinler. Benim için daha tercih edilebilir olanı bu. Benim Sinemalarım’da da öyle yaptık ve güzel bir dönemdi. Sanal ortamda paylaşılmasaydı, insanları bir araya toplayıp o filmleri izletemezdim. Çünkü Türkiye’de sinema eleştirmenlerinin bir bakış açısı var, ayrıca egemen bir bakış açısı var ve bir yerlere bu filmleri kabul ettirmem zor olurdu. Ama teknolojinin yaygınlaşması, benim baktığım yerden bakanların işini kolaylaştırdı. Düşündüğüm zaman “İşte şöyle bir film yaparsam artık ölebilirim.” dediğim bir projem var ama mesela Stranger Than Paradise (1984) gibi bir filmi çekmiş olmayı isterdim.
Sinemacı olmak için mutlaka lisans ya da yüksek lisans eğitimi alınmalıdır gibi bir düşüncen var mı?
Ben yüksek lisans eğitimi aldığıma pişman değilim ama bence gerek yok. Çünkü eğitim konusu benim kafamda çok problemli bir konu. Biri eğitim önemli dediğinde ben ona karşı bir mesafe alıyorum. Ben yüksek lisansa başladım başlayalı hiç film çekmedim. Hiç çekmeyebilirim de.
Bu dergiyi okuyan ve kısa filmci olmak isteyenlere ne tavsiye edebilirsin?
Kimseyi dinlemesinler, bir an önce çıkıp bir şeyler çeksinler, onu arkadaşlarına izletsinler, ama bir şeyler yapsınlar. Ben dört senedir bir şey çekmiyorum ve o kafa yapısını kaybediyorum. O zaman yüzlerce senaryom vardı ve uzun metraj bir film çekebilirdim. Derviş Hoca da bize öyle demişti: “Fazla birşey bekleme, varsa kafanda git çek hemen. Gündüz çekebileceğin, az insan, az mekân kullanabileceğin bir fikir bul ve yap.” demişti. Bunları arkadaşlar tavsiye olarak alabilir. Hayatlarında asla karşılarına çıkmayacak insanların hikâyelerini anlatmaya çalışmasınlar. Bir kasabı oynayan bir kasapla çalışsınlar. Ya da kasabın hayatını iyi bilen bir oyuncuyla bir kasabın hikâyesini anlatsınlar. Bir de komik film çeksinler.