Banu Bozdemir’in Hayal Perdesi’nde yayınlanan Atıl İnaç söyleşisinde (1), yönetmen son filmi Daire’yi anlatmadan söze sinemamızın üretim aşamasındaki baskın ve yönlendirici eğilimlerden bahsediyor. Aslında hepimizin bildiği ve yurtdışında da “Yeni Türkiye Sineması” etiketiyle adlandırılan, çoğunlukla festivallerde gösterilen “arthouse” filmlerden söz ediyor ve sözü “arthouse” ile “mainstream” ayrımına getiriyor. İnaç’ın söylediklerinde haklılık payı var. Sinemamız özellikle 90’lardan sonra bu iki ana damar üzerinden ilerliyor ve birine dâhil olanlar, diğerine ait olamazmış gibi bir algı oluşuyor. Gözümün Nuru bu klişenin dışına çıkmayı başarabilen filmlerden.
Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş ikilisinin yönettiği film, Melik’in kendi kişisel hikâyesini, kendi ailesinin başrolde olduğu yarı belgesel yarı kurmaca bir yapı kurarak beyazperdeye taşıyor. Melik’in hayatını adadığı sinema ve film yapma tutkusu, gözündeki sorun nedeniyle uzun süre sekteye uğruyor. Tek gözü işlevini kaybetmişken, diğer gözü de üst üste iki retina dekolmanıyla birlikte aynı kaderi paylaşmaya yaklaşıyor. Filmde anlatılan da, bir anlamda yönetmenin kör olma tehlikesi yaşadığı bu zor dönemle yüzleşme çabası.
Gözümün Nuru’nu değerli kılan unsur, başlı başına bir kurmaca hikâyesi de olabilecek, dramatik etkisi yüksek bir deneyimi hayatın bütün nüanslarını da içine alan bütünlüklü bir bakış açısından yansıtması. Melik’in kırk gün boyunca gözleri bantlı yüzüstü yatmak zorunda olması, dış dünyayla ilişkisinin ve hayatı algılayışının farklılaşması, yeri geldiğinde bir komedi öğesine dönüşüyor yeri geldiğinde de korku filmlerini aratmayacak bir gerilimle seyirciye aktarılıyor. Melik’in yeni durumuna ayak uydurmaya çalışırken hayatı tiye alması, keyifli enstantaneler barındırsa da, bir yerden sonra bu “tiye alma” durumunun arkasında yatan gizli korku, filmi farklı bir boyuta taşıyor. Sinemacı olmak için Lumiere Kardeşler’in izini süren genç bir sinefilin içten içe en kötüyü düşünmesi ve ışığın peşinden giderken ışıksız kalabilme ihtimali filmin dramatik etkisini de güçlendiriyor.
Film boyunca, Melik’in başına gelenleri bir komedi unsuruna dönüştürmesine tanıklık ediyoruz. Geçirdiği ameliyatlar, doktorlarla olan iletişimi, yüzükoyun bir şekilde yatmak zorunda kalışı, kullandığı ilaçlar, eş dost ziyaretleri ve iyileşme sürecinde başına gelenler… Bunların hepsi hayata dair ufak ayrıntılar ama bir yerden sonra filmin ritmini belirleyen ve Melik’in hayatını tanımlayan parçalara dönüşüyor. Bunda tabii ki filmin seyirliğini arttıran ve dramatik etkisini güçlendiren kurgusunun da payı büyük. Evin içindeki nesnelerin ve insanların çıkardığı seslerden bir ritim duygusu yakalayıp, nesneleri zamandizimsel bir dizme şekline göre değil de, duygu durumlarını ifadeye yönelik psikolojik bir etki yaratacak biçimde kurgulayan film, bu şekilde Eisenstein filmlerindekine benzer bir montaj anlayışı geliştiriyor. Üst üste bindirilen ve belirli bir ritim duygusuyla birbirine eklemlenen görüntüler, hikâyenin olası bütün alternatiflerine yönelik seyircinin psikolojik eşiklerini de sınıyor. Bu şekilde, Melik’in bir komedi öğesi olarak anlattığı kırk gün boyunca yüzüstü yatmanın peşi sıra bir trajediyle de sonuçlanabileceğine dair seyircide güçlü bir duygu uyanıyor. Filmin farklı türler ve duygular içinde gidip gelirken yakaladığı başarı da buradan kaynaklanıyor.
Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş ikilisi, son zamanlarda sinemamızda çokça örneklerini izlemediğimiz bir yolda ilerliyor. İlk uzun metrajları Orada ve arkasından gelen belgesel çalışması Bergmanya’ya Yolculuk’tan sonra, Gözümün Nuru Türkiye’deki kadim tartışmaları da yeniden gündeme taşıyor. Festivallerde yarışan filmler çeken yönetmenlerin seyirliği yüksek filmler çekemeyeceğine yönelik algıları değiştiriyor. Modern kent yaşamının sıkıntılarını, bireysel yabancılaşmayı, izolasyonu ve değerlerdeki çürümeyi gösteren filmler de elbette önemli ama sinemamızda biraz da dertleri tasaları trajediye varmadan anlatabilecek filmlere ihtiyaç var. Gözümün Nuru, bu anlamda bir trajediyle de sonuçlanabilecek bir hikâyeyi hayatın bütün tonları ve renkleriyle sunuyor. Fedakâr aile ya da azmin zaferi gibi klişelere sırtını dayamadan, her şeyden önce bir sinefilin içindeki heyecanı ve tutkuyu yansıtarak, o heyecanla yaşama tutkusunu örtüştürüyor. Sahi, öyle olmasa, kör olma tehlikesiyle burun buruna kalmış bir adam, bu durumla, Bunuel’in Endülüs Köpeği’ndeki ustura sahnesini tekrarlayan bir mizansenle dalga geçebilir mi? Ya da Karaköy’de, vapurda yapılan bir kaydırmalı çekimden Lumiere’lerin kameramanlarının Osmanlı topraklarında çektiği, hepimizin aşina olduğu o meşhur panoramik görüntüye geçiş yapılabilir mi? Evet, Gözümün Nuru’nda bunlara benzer daha nice küçük oyun var; seyirciye sinemayı ve hayatı sevdirebilecek…